13 Şubat 2012 Pazartesi

Akla ve kalbe seslenen bir yazı


Kara Öküz Gitti Gelmez Sarı Öküz Yattı Kalkmaz

Gölgelerimiz uzuyor soğuk evin duvarlarında, ocakta yükselen alevlere uyarak kıvrım kıvrım kıvrılıyorlar. Annem bir bilmece soruyor; "Kara öküz gitti gelmez sarı öküz yattı kalkmaz" Ağabeyimle heyecanla cevabı sesli aramaya başlıyoruz. Ocağın aydınlığında gözlerimiz parlıyor. Gecenin karanlığını yaşamak mutluluğa engel değil. Mutluluğun sırrı ocağın tütmesinde, kara öküz duman, uçtu gitti sarı öküz ateş yattı kül oldu.
Babam bir doğal insandı, doğadan kopartılamamış insanların sonuncusuydu. Sarı ve boz öküzü sattı. Gözlerinde iki damla yaş oldu billurlaştılar. Parasını anneme verdi. Düştük İstanbul yoluna. "Traktörler girecek tarlalara mazot benzin bulaşacak toprağa .. bir daha bu tertemiz buğdaylar patatesler pancarlar meyveler kalmayacak ben buna razı değilim ama yokluğun gözü kör olsun"  derdi.
Kalkınma dedikleri şeye körü körüne bağlı değildi babam.  Yolumuz çamur içindeydi. Evimizin sıvası harcı çamurdu ama yolda çamur olmamalıydı. Kazaya 2-3  saate yürüyerek gidilebiliyordu, şehire 5 saat... Hastalanmışım bebeyken bir pikaba atmışlar ilde hastaneye zor yetiştirmişler... Yetiştiremedikleri kardeşlerim çoktan toprak oldu..
Kalkınma dediğin çamurdan kurtulmak hastaneye ilaca çareye kolay ulaşmaktı. Bilgiye ulaşma aracı olarak bilinen önemsenen okula ulaşmak cehaletten kurtulmak dünyayı tanımak izsiz sessiz yok olmamaktı, babam için, doğadan bağları kopmamış insanlar için.
Yıl 1965. Geldik İstanbul'a Taksim'de talimhanedeyim artık. Yarı köylü bir işçinin çocuğuyum. Bitişiğimizdeki apartmanın kapıcısı Kürt. Aydede Caddesi köşesinde bir Ermeni lehimci var. Karşı apartmandaki kapıcı Ermeni. Bakkal Karadenizli... Bir apartmanda Toni oturuyor O şimdi Newyork'ta Rum doktor.  Sevgilisi Yoli o zaman hepsi arkadaşlarım.  Liz mahallemizin en güzel genç kızı ablam gibi seviyorum a da çok seviyor beni.
Baharda yine köye gidiyoruz. Bostan ekiyoruz yetmese de buğday tarlalarımız zaten ekili biçmeye gidiyoruz. Ben Taksim'de İstanbul Türkçesi konuşmaya başladım, köyde bana köylü gibi konuşmadığım için tuhaf bakıyorlar. "Çikolata Çocuğu" diyorlar artık.. Türk müyüm Ermeni miyim Kürt müyüm öyle bir ayrım bilmiyorum ama şimdi baktığımda asimilasyon herkese işliyor; doğayla iç içe köyü köylüyü  hor gören doğaya mal mülk eşya ham madde gözüyle bakan ağaçtan, sokak hayvanından kuşundan böceğinden sakınan tiksinen tuhaf bir şehir var! Kamu Yönetimi için seçilen ama kamuyu şirketlere peşkeş çeken bir kent anlayışı var.
devamı:

Hiç yorum yok: