15 Ekim 2007 Pazartesi

Kazmadan Kazanmak…

Yazan: Oya Ayman

Anadolu’nun içini boşaltmak istiyorlar!
Yüzyıllardır onlarca uygarlığı doğuran, büyüte; başka uygarlıkları konuk edip bağrına basan ve topraklarındaki zenginlik, bolluk ve bereketle yeni uygarlıklara gebe kalan Anadolu’ya hiç bu kadar eziyet edilmemişti.
Kültürler gelip geçmişti, yıkıntılar olmuştu topraklarında, defalarca taş taş üstünde kalmamış ve defalarca taş taş üstüne konmuştu… Ama bu coğrafya hiç bu kadar hor görülmemişti.
Bayramiç-Sarıot köyünden Bergama’ya, Kaz Dağları’ndaki Adatepebaşı köyünden Artvin-Cerrattepe’ye, Menderes’teki Efemçukuru’ndan Ayvalık-Madran Dağı sakinlerine kadar Anadolu’nun pek çok yerinde insanlar seslerini aynı amaç için yükseltiyorlar:
“Bizim toprağımız, yetiştirdiğimiz ürünler, atalarımızdan miras kalan kültürümüz, unutulduğunda kimsenin yerine koyamayacağı yerel bilgimiz altından çok daha değerli… Geçmişimize vurulan kazma geleceğimize de vurulacak…”
Buna karşılık Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Hilmi Güler “Sökülen ağaçların yerine yenisini dikilebilir” diyor. Bakan Güler’in, Kaz Dağları’ndaki altın arama çalışmalarında sökülen, kesilen ağaçlar için söylediği bu sözlere karşılık şunu sormak gerek:
“Peki ya kazılan toprakların yerine yenisini, kirletilen suların yerine temizini koyabiliyor muyuz? Asırlık ardıçlar ve zeytin ağaçlarının yerini hangi yeni yetme fidan tutabilir?”
Ama bu kadarı yetmiyor… Kaz Dağları’nın altın aramak uğruna delik deşik edilmesine karşılık daha fazlasını sormak, söylemek, hatta haykırmak gerekiyor.
Ah, elbette! Hilmi Bey, Enerji Bakanı değil sadece aynı zamanda Tabii Kaynaklar Bakanı... Tabii kaynakların korunmasından o da sorumlu. Ama Türkiye’de tabii kaynak, yani doğal kaynak dendiğinde akla altın, petrol, bakır, kömür geliyor. Ve tabii kaynaklar demek altın demek, para demek!
Zeytin, ardıç, çam ağaçlarının, yer üstünden ve yeraltından akan sular, alt üst edilen toprak tabii kaynaktan sayılmıyor. Altın, tüm canlıların ihtiyacı olan su, toprak ve bitki örtüsü gibi doğal kaynaklardan daha öncelikli sayılıyor. Peki ya, altın, onun kullanılacağı teknoloji ve ondan kazanılacak olan para, sağlıklı bir çevrede yaşama hakkından daha değerli olabilir mi?
Altının çıkarılması için tonlarca su çekilmesi gerekiyor. Çekilecek olan suyun altından daha değerli olduğunu anlamak için Türkiye’nin daha fazla kuraklık felaketi mi yaşaması gerekiyor. Bu toprakların suyu kuruyunca insanlara altın suyu mu içirecekler? Kuruyan göller, susuz barajlar, sulanamayan buğday tarlaları yeterince anlatmıyor mu her şeyi? Sadece toprak, su, ağaç mı yok olacak olan? Onunla birlikte binlerce yıldır İda Dağı efsaneleriyle büyüyen, zeytin ağaçlarının gölgesinde yaşam süren kültürlere, yaşamlara ne olacak?
Oysa “Anadolu topağını kazmadan kazanılacak o kadar çok şey var ki…”
Her biri altından daha değerli asırlık zeytin ağaçları… zeytinyağı, sabunu, salçası, tarhanası, eriştesi, pekmezi… hiç beklemeden misafire varını çıkardığı sofrası… bayramı, düğünü, hasadı, şenliği… imecesi… gece vakti önünüzden geçiveren sansarları, tilkileri… ormanın kıyısında otlarken görebileceğiniz geyikleri… karaleylekleri, şahinleri… yüzlerce bitki çeşidi… İçlerinden birkaç tanesi belki de umarsız denilen hastalıkların ilacıdır kim bilir?
Bayramiç’in, Ayvalık’ın, Küçükkuyu’nun, Menemen’in topraklarında tonlarca zeytin, elma, şeftali, üzüm, hububat üretiliyor. Sadece Bayramiç’in yıllık kayıtlı tarım üretimi 500 trilyon ve üreticiler vergi ödüyor, istihdam yaratıyorlar. Üstelik hem kendilerini hem başka kentlerde yaşayanları besliyorlar.
Hepsi tek tek buradan çıkacak tonlarca altından daha değerli. Çünkü onlar yoksa yaşam da yok…
Hepimiz, her tuttuğu altın olan ve yiyecekleri bile altına dönüşüveren ve sonunda altının insanı mutlu etmeyeceğini gören Kral Midas’ın efsaneleriyle büyümedik mi? Hilmi Güler büyürken hiç mi bu öyküleri dinlemedi. Yoksa o “kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez” hikâyelerini mi hatırlıyor sadece.
Öyle ise Hilmi Bey’in hatırlamasını istediğimiz bir hikâyemiz daha var. O da altın yumurtlayan tavuğun hikâyesi...
Umarız Hilmi Bey, altın yumurtlayan tavuktan daha fazla altın almak için tavuğu kesen sahibinin yaşadığı hayal kırıklığını hatırlarsınız… Ve Kaz’ı kazarak altın yumurtlayan tavuğu öldürmeye çalıştığınızın farkına varırsınız.

16 Temmuz 2007 Pazartesi

Hangi politikacı ateşi söndürecek?

Şimdi ateşi söndürmek her şeyden daha önemli. Çünkü haşlanarak ölmek üzereyiz! Bireyler olarak körüklememeye çalışsak da sistem, ateşi beslemeyi sürdürüyor. Haşlandığımızın farkına varıp ateşi besleyen sistemi tersine çevirmek ise bizim elimizde...

OYA AYMAN ve DR. UYGAR ÖZESMİ

Doğa bütüne zarar vereni temizler... İnsan doğaya hükmetmeye çalıştıkça geleceğini yok ediyor. Milyarlarca yılda evrimleşen bitkilerin, hayvanların hatta insanların genetiği ile oynama cesaretini ve hakkını görebiliyor kendinde. Üstelik bütün bunları küçük bir azınlığın kısa vadeli kazançları için yapıyor. Bu kazançları elde etmek için kitleler daha fazla istemeye teşvik ediliyor. İnsanın istekleri arttıkça doğanın gerekleri yok ediliyor.
Gelecek nesillere yaşanabilir bir yeryüzü bırakmak için "daha fazla istemek"ten vazgeçmek gerekiyor.
Oysa doğaya verdiğimiz kadar alabileceğimizi, daha ilk gençliğimizde "Hiçbir şey yoktan var edilemez" diyen en basit fizik kanununu okurken öğrenmemiz gerekmez miydi? İnsan ateşi keşfettiğinde, yazıyı bulduğunda ne kadar su var idiyse hâlâ o kadar su var. Ancak biz artık bu suyun çok daha fazlasını kullanıyor ve kirleterek kullanılamaz hale getiriyoruz: Yeryüzü, kullanılamaz hale getirdiklerimizin ve kirlettiklerimizin yerine yoktan var edecekmiş gibi, biz de istediğimiz gibi kullanma hakkına sahipmişiz gibi... Toprağın, suyun, hatta havanın, gelecek nesillere temiz bırakmamız gereken emanetler olduğunun ne zaman farkına varacağız?
"Çok alış, az veriş" naralarının atıldığı, gençlere "Daha fazlasını iste" öğütlerinin verildiği, "Bire on" almanın güç ve başarı sayıldığı bir sistemde doğadan daha fazla almak, hırsla onu sömürmeye çalışmak şaşırtıcı değil elbet. Şaşırtıcı olan, insanların hâlâ suyun, toprağın, havanın sonsuz olduğunu düşünebilmesi...

Ekolojiyi boşver
Tenceredeki su ısınmaya başladı... Hepimiz bir kurbağa gibi suyun kaynamakta olduğunun ve kaynayan suda göz göre göre haşlanacağımızın farkında olmadan mutlu mesut yaşayıp gidiyoruz. Oysa ki, ağaçlar birden bire çiçek açmayıp meyve vermese, toprak aniden kurusa, verimsizleşse, sular birdenbire kesilse, kimyasallarla, suni gübre ve hormonlarla, katkı maddeleriyle, genetiği değiştirilerek üretilmiş gıdaları yediğimizde hemen ertesi gün kanser, damar sertliği gibi hastalıklara yakalansak, etkileri hemen algılasak, giderek artan alerjilerin beslenmemizle ve yaşam biçimimizle ilgisi olduğunu doktorlar bize hemen söylese ve "tek reçeteniz doğayla uyumlu yaşam" dese, su hemen kaynasa... O zaman bir kurbağa gibi atlamayacak mıyız tencereden? Oysa hâlâ rahatımız yerinde. Üstelik suyu daha da kaynayıncaya kadar ısıtmak için elimizden geleni yapıyoruz. Bizi haşlayacak suyun ateşini biz körüklüyoruz. Daha fazla, daha fazla naraları atarak...
Su ısınırken, ateşi körükleyenler sanki gözleri yokmuş, kulakları sağırmış, burunları kötü kokuları almazmış gibi bizi ve çocuklarımızı haşlayarak öldürecek kararlar almayı sürdürüyorlar. Kuraklık nedeniyle Konya ovasının en sulak yeri Cumra'daki ekinlerin bu yıl bir karış büyüyebildiğini; mısırda, pamukta, arpada, sebzede meyvede susuzluk yüzünden ciddi kayıplar olduğunu; Adana'da domatesin tarlada çürüdüğünü; Ege'de zeytin ağaçlarındaki çiçeklerin kavrulduğunu; Kaz Dağlarında yaşlıların "sular hiç böyle çekilmemişti topraktan" diyerek bunun hayra alamet olmadığı konusunda uyarıda bulunduklarını; Açık Radyo'da Ömer Madra ile Mikdat Kadıoğlu'nun her gün, artık -yaklaşmakta olan değil- içinde yaşadığımız iklim değişikliğinin sonuçlarını anlattığını; bilim insanlarının dünyanın sadece 10 yılı kaldığını, eğer sera gazı atmosfere bu hızla salınmaya devam ederse artık bambaşka bir gezegende var olmaya çalışacağımıza dair yazdıkları raporları görmüyormuş, duymuyormuş gibi politikacılar meydanlarda halka vaatlerde bulunuyor, parti programlarında insan haklarından bahsediyorlar. Parti programlarına küresel iklim değişikliği ve içinde yaşadığımız doğal felaketler hakkında ne tür önlemler alacakları ve buna nasıl uyum sağlayacağımız konusunda bir tek madde koymayı bile uygun görmüyorlar.
Ekolojiyi hiçe sayan ekonomik politikalarla nasıl oluyor da çocuklarımızın geleceğini düşündükleri yalanını söyleyebiliyorlar? Buna inanıyorlar mı gerçekten?
Yoksa çiftçinin buğdaydan kaynaklanan zararını kağıttan paralar ödeyerek; bugüne kadar kimyasallarla toprağın zehirlenmesini, vahşi sulamayla toprağın ve suyun tükenmesini, ormansızlaşma ile yaban hayatın ve toprakların yok oluşunu destekleyen politikalarla kimin zararını ödeyebileceklerini sanıyorlar?
Yoksa mitinglerde kapkaççılığı, yoksulluğu önleyeceklerini haykıran politikacılar köyden kente göçtüğünde işsiz ve aç kalmış bu insanların köylerinde kalsalardı, kendi geleneksel değerlerini yüceltip, ürettikleriyle kendi kendine yetebilen bir ekonomi oluşturabilselerdi ne kapkaç ne de yoksulluk tanımayacaklarını bilmiyorlar mı? Buğday büyümediğinde, zeytin olgunlaşmadığında, domates bitmediğinde, su çekildiğinde kenttekiler ve kente göçenler ne yiyecek? Para mı? O zaman neyi çok alıp az vereceğiz? Çok alacağımız doğal kaynak kalacak mı? Az vereceğimiz toprak? Sakın, toprağı ve suyu da yapay üreteceklerini sanıyor olmasınlar, yapayın kaynağının da doğa olduğunun farkına varamadan.
Yoksa ekolojik döngülere muhtaç olduğunu görmedikleri ekonomiyi, artan klima satışları ile mi düzeltmeyi umuyorlar? Klima ile sıcaktan kurtulabildiğini sananlar gibi...
Tabiat ananın bağrından söküp çıkardığımız fosil yakıtları ateşlemekten vazgeçip kaynayan suyun altını kısmak mümkün, sonra da söndürmek elbet. Sonra da tencereden çıkıp kırlarda koşup oynamak da mümkün.
İnsan ancak doğa kadar adil olduğunda, doğa kadar verici olduğunda, doğanın her bir parçasına gelen zararın aslında bütüne ve sonunda insanın kendisine dokunduğunun farkına vardığında ve bunun sonunda doğanın her bir parçası gibi uyum ve bütünlük içinde hareket ettiğinde ateş soğumaya başlayacak.
O zaman herkes "siyasi" olabilecek, ki bir zamanlar adı "suç" ile birlikte anılan... Siyaset yapacak... Yapmaktan çekinmeyecek. Sağlıklı bir çevrede yaşamanın insan hakkı olduğunu kavradıkça, bu hak
kı savunup talep ettikçe, bu hak için oy verip siyaset yaptıkça yönetime katılacak, ateşi soğutacak... Artık farkına varmak gerek...
Ağaçlar çiçek açmadığında, bitkiler tutunacak toprak bulamadığında ve sular kalan toprakları terk ettiğinde ne AB'ye girmek, ne türban sorunu, ne petrol fiyatları, ne özelleştirme, ne ÖSS ne de Irak'a operasyonun önemi kalacak.
Çünkü enerji üretim ve kullanımını, sanayiyi, tarımı ve yaşam tarzlarımızı değiştirmedikçe Meclis'teki milletvekili de, milletin kendisi de, ister kendini etnik olarak ayırsın, dini olarak ayırsın, asker olsun, memur olsun, işçi olsun, solcu ya da sağcı olsun, işli ya da işsiz olsun, yoksul ya da zengin olsun, hepimiz sadece bir tek şeyin peşinde olacağız: Hayatta kalabilmenin... Su giderek ısınıyor. Soğutmak ise bizim elimizde...

Radikal iki gazetesi, 15.07.2007 tarihinde yayınlanmıştır.