Sene 1982, kayık uçsuz bucaksız sazlıkların arasında mandaların açtığı kanalda ilerlerken, her dönemeçte patırtıyla kuş sürüleri kalkıyor. Sonunda aradığımız balıkçıl üreme kolonisine varıyoruz. Sazlara kurulmuş kolonide yuvalar apartman gibi üst üste kurulmuş. Dört balıkçıl türü yanında, yay gagalı çeltikçi kuşları ve nesli dünyaca tehlike altında olan küçük karabataklar da ürüyor. Üreyen çift sayısını hızlıca belirledikten sonra daha fazla rahatsız etmemek için çekiliyoruz. Burası cennetin dünyadaki görüntüsü… adı Sultansazlığı Kuşcenneti. Ertesi gün kuşcennetinin tuzlu ekosistemi olan Yay Gölü’ne gidiyoruz. 80.000 flamingonun çıkardığı sesten birbirimizi zor duyuyoruz, sayımı tamamlarken bir kaya kartalı süzülüyor. Korkup kalkan flamingolar güneşi kesiyor ve kanatları gökyüzünü kızıla boyuyor.
Sene 2000, kurumuş sazların arasından bir zamanlar mandaların yüzdüğü, şimdi kupkuru kanalda ilerliyorum; tek tük bıyıklı baştankara sesleri duyuyorum. Ne manda, ne balıkçıl var, ne de “sazlığın” nesli tehlike altındaki türlere artık hayrı var. Bu ölü sazlar çölünde göçmüş balıkçıllara diz çöküp ağıt yakıyorum. Bir umutla Yay Gölü’ne gidiyorum. Su serabı beni bir zamanlar göl olan bu tuzlu düzlüklerde git gide içeri çekiyor. Su ne kadar koşsam serapta kalıyor. Tuza bulanmış pembe flamingo tüyleri önünde kuru göl tabanına çöküyorum, yanaklarımdan süzülüp düşen bir damla gözyaşı çatlakların arasında kaybolurken ben de umutsuzluk içinde kayboluyorum.
Sene 2007, kuruyan tek sulak alan Sultansazlığı ve bu sistemin parçası olan Yay Gölü değil, Seyfe Gölü, Akşehir Gölü, Hotamış Sazlığı tamamen kurudu. Tuz Gölü’nde, Ereğli Sazlıkları’nda, hatta Beyşehir ve Meke Gölü’nde sular çekildi. Bilim insanlarının doğanın kendini yenileme kapasitesini aştığımızı söylediği 1980’li yıllarda, İç Anadolu’daki sulama ve drenaj projeleri de hız kazandı. Bu projelerle kapalı havzalara akan suları “boşa akmasın” diye barajlarda tuttuk. Aradan geçen zamanda sudan “ucuz” şekeri üretmek için suyu açık kanallarla taşıdık, şeker pancarlarına saldık. Açık kanallar ve salma sulama ile doğanın hakkını çaldık. Ruhsatsız kuyular açtık. Ruhsatlı olanlarda bile yeraltı sularını yenileme kapasitesinin üstünde kullandık ve yeraltı sularımız çekildi. Göller kurudu, balıkçıllar ve flamingolar terk etti bizi. Biz şehirlerde susuzluk korkusuyla yaşarken fakına bile varmadan doğa susuzluktan kırıldı gitti. Bir kilo buğday için 1000 litre su, bir kilo şeker için 3000 litre su, bir tişört için 7000 litre su harcarken, tarımda ülkemizin temiz su varlığının %75’ini kullandığımızın farkına varmadık. Tüketim toplumuna uygun tüketiciler olarak doğayı tükettik.
Sene 2030, Türkiye’de yaşayan halk ve halkın seçtiği politikacılar 2007 su krizinden önemli dersler aldı. Türkiye Büyük Millet Meclisi hemen oybirliği ile “Su Çerçeve Yasası”nı kabul etti. Su Çerçeve Yasası’nın verdiği öncellikle, Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Yasası kapsamında bütün ülkenin arazi kullanım planlaması yapıldı. Kuru tarıma ve sulu tarıma ayrılacak araziler iklim koşulları da dikkate alınarak belirlendi. Sulu tarım arazilerinde bütün sulama şebekesi kapalı kanallara alındı. Bütün tarlalarda basınçlı sulama sistemleri ile artık damla sulama yapılıyor. Ulusal araştırma kurumları tarafından ülkemizde kuraklığa dayanıklı yerel türler tespit edildi ve az su gerektiren türlere ait tohumlar seçildi ve yaygın olarak yetiştiriliyor. Bütün eğimli arazilerimiz teraslandı toprak erozyonu durdu ve kışın düşen kar yavaş yavaş eriyip bir zamanlar tükettiğimiz yeraltı su akiferlerimizi doldurdu. Küresel iklim değişikliğine rağmen artık su sadece bize değil doğaya da yeter hale geldi. Göllerimiz tekrar doldu, sazlıklarımız yeşerdi. Balıkçıllar kolonilerini kurdu, yavruları yumurtalardan çıktı. Flamingolar tuzlu göllerin üstünde kızıl kanatlarını dalgalandırdı. Yay Gölü’nün sularına mutluluk gözyaşları karıştı.
Dr. Uygar Özesmi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder