21 Ekim 2008 Salı

Birinci Öncelikli Çevre Problemi: Çevre Bakanlığı

Yazan: Dr. Uygar Özesmi

81 ilde 81 Çevre Sivil Toplum Kuruluşu ile yapılan bir anketle Türkiye’nin en öncelikli çevre problemlerini sıralamaları istendi. Şırnak ilinden yanıt gelemediği için 80 il arasında yapılan anket sonuçlarına göre birinci öncelikli sorun olarak Çerve Bakanlığı gösterildi. Ankette yer alan diğer problemler arasında ikinci sıraya Enerji Bakanlığı otururken, Bayındırlık ve Iskan Bakanlığı üçüncü oldu. Turizm Bakanlığı ise şaşırtıcı bir biçimde 4.lüğe otururken, Başbakanlık ise sıralamaya dahi giremedi…

Bu anket sonuçlarının nasıl yorumlanması gerektiği ise anlaşılamadı. Sorunu gidermek için sırasıyla Başbakanlık dışında bütün bakanlıklar ortadan mı kaldırılmalıydı?

Bu yazının absürd ve bu günlerde moda olan gerçek üstü girişini bir yana koyarsak… elime geçen Çevre Bakanlığı yayını ile beynimden vurulmuşa döndüm. En yüksekten gramajlı parlak kağıda basılmış kitapta neden kullanıldığı belli olmayan renklerde ilkokul harita ve grafikleriyle bezenmiş ve büyük ihtimalle toksik boyalarla basılmış bir kitapla karşı karşıyaydım… Bu arada neden ülkemizde halen geri dönüşümlü kağıt üretilmediği de açıklık kazanmış oldu!

Raporda, kimi zaman Şırnak hariç olmak üzere, illerden alınan bilgilere göre ülkemizin en önemli çevre sorunları arasında hava kirliliği ve su kirliliği başı çekmekte ve hemen atıklar bunları takip etmekteydi. İlginç olanlardan biri ise koku probleminin, mera tahribi, biyolojik çeşitlilik ve habitat kaybı ile sulak alan kaybından (sanki sulakalan habitat değilmiş gibi) daha öncelikli görülmesiydi.

Çevresel Etki Değerlendirmesi ve Planlama Genel Müdürlüğünün eseri olan bu raporda “sorun” olarak sıralananların ise esasında sonuç olduğundan bi haber olmalıydı zira bu “sorun”ların giderilmesine veya beylik ve bildik “sorun”ların yorumlanmasına ve planlamaya dair tek bir kelime dahi yoktu… Bakan’a ayrılan ve bakanın bize baktığı koca bir sayfanın karşısında kendisine ayrılan diğer sayfada ise küresel iklim değişikliğine güzel bir atıf vardı. İlginçtir “yayın”da ise küresel iklim değişikliği tek bir kelime ile dahi geçmiyordu… Anlaşılan bakan yayına bakmamış, bakanın yazanları ise bakanlığın yazanlarından daha güncel yazıyormuş.

Bu yayın çevreyi tüketmeyip, bizim vergilerimizle atık üretmiyor olmasaydı inanın bu yazıyı da yazmak zahmetine katlanmazdım… Ankete mankete gerek yok “sonuç” bize bön bön bakıyor… Bu ülkenin en büyük çevre “sorunu” Çevre Bakanlığı.

bkz. Anonim (2008). "Türkiye Çevre Sorunları ve Öncelikleri Envanteri Değerlendirme Raporu (2005-2006)" Çevre ve Orman Bakanlığı, Çevresel Etki Değerlendirmesi ve Planlama Genel Müdürlüğü, Çevre Envanteri Dairesi Başkanlığı, Ankara, 148s

18 Ekim 2008 Cumartesi

Sessizliğin sesi!

Yazan: Dr. Uygar Özesmi

Doğa kanunlarının en önde gelenlerinden birisi şüphesiz “Azı karar, çoğu zarar.” Örnek verecek olursak; atmosferdeki karbondioksit sayesinde bitkiler büyürken, fazlası yüzünden ortaya çıkan küresel iklim değişikliği ile nesilleri tehlike altına giriyor. Demir, bünyemiz için gerekli bir elementken fazlası bizi zehirliyor. Doğanın ve içindeki canlıların çıkardığı sesler bize yol gösterip, bizi uyarırken fazlası duyma kaybına, yüksek tansiyon, kalp rahatsızlıklarına, strese, uyku ve davranış bozukluklarına neden oluyor. Kirlilik dediğimiz şey, ister naylon torba, ister karpuz kabuğu, ister baca gazı, ister karbondioksit olsun, unutmadan içinde ses de olsun; birşeyin fazlasıdır sonuçta.

Ses dediğimiz şey, bir varlığın titreşmesi ve bizim bunu algılayarak farketmemiz. Dolayısıyla anladığımız anlamda sesin varolabilmesi için bir ses kaynağının yanında kulak ve beyin gerekiyor. Suya atılan bir taşın yarattığı dalgalar gibi bir varlığın titreşimi havaya geçiyor ve normal koşullarda 340 metre/sn civarında bir hızla ilerleyerek kulak zarımızı titreştiriyor ve titreşim beyne iletiliyor. Beyne iletilen sesin özellikleri; şiddeti, yüksekliği ve tonu. Sesin şiddeti titreşimlerin büyüklüğüne, ses kaynağından olan uzaklığa, yüksekliği ise saniyedeki titreşim sayısına bağlı; titreşim ne kadar çok olursa, ses o kadar ince oluyor. Sesin tonu ise aynı yükseklik ve aynı şiddetteki sesleri birbirinden ayırt etmemize yarayan özelliği. Ton, titreşen varlığa göre değişiyor. Gürültü dediğimizde şiddetli, yüksek ve aynı tonda ses anlıyoruz.

Öyleyse sanıldığı gibi gürültünün karşıtı sessizlik midir? Sessizlik özlemi içindeki insanlar şehrin gürültüsünden kaçmak için kendilerini ormana atarlar... Ancak ormana vardıklarında her ağacın altına konuşlanmış piknikçilerle karşılaşırlar. Çocuk kahkahası ve top sesi olsa neyse, ama arabaların kapıları ve müzik çalarları sonuna kadar açılmıştır, her birinden ayrı bir şarkı yükselir. Birbirine karışan sesler bir uğultu veya beyaz gürültü halinde beynimizde zonklar. Arada yukarıdan kükreyerek geçen uçağın sesi de cabası.
Peki diyelim, insan gürültüsünden, yoldan ve uçak güzergâhlarından uzak, ıssız bir ada buldunuz, yerleştiniz. Sabah saz kulübenizde uyandığınızda fark edeceksiniz ki, adanız sessizliğin yanından bile geçemez... Dalgaların kumsala çarpışı, martıların çığırtısı, rüzgârda sallanan gövdelerin çıtırtısı, yaprakların hışırtısı... sessiz olmadığı kesin...

Hayatımda mutlak sessizliğe en yakın olduğum nokta Kuzey Amerika’da mağaracılık yaparken yer kabuğunun derinliklerindeydi. Yeryüzünden yüzlerce metre aşağıda mağaranın sonlandığı odacıkta ışığı söndürdüm. Kulağıma gelen tek ses kalp atışlarım ve karnımın gurultusu oldu. Sinirlerim ve kaslarım titreşse onları da duyardım şüphesiz. Ancak daha derinden, gerçekten dinleyince bir başka ses duydum... O sesin, mağaraya gerçek gelme nedenim olduğunu keşfettim. O ses benim iç sesimdi... Günlük yaşantının gürültüsü içinde kirlenip giden iç sesimi duymaz olmuştum...

Benim iç sesim mağarada ne mi dedi? “Bu yaşamda seni mutlu edecek olan, ailenin ve dostlarının sevgisi ve saygısıdır. Vicdanınla hareket ettiğinde, içindeki huzurdur. Ölüme giden bu hayat yolunda kargaşadan sıyrıl, gürültüden uzak dur, yaşama ve doğaya saygılı ol, onu sev, gözet ve koru” dedi.

Kulak verin bakalım sessizliğin sesine... Sizin iç sesiniz ne diyecek!

Bugday Dergisi 47. Sayı 2008'de yayınlanmıştır.

17 Ekim 2008 Cuma

Sanal Gerçek

Yazan: Dr. Uygar Özesmi

Siber alemde gezinirken şu an, elektronlar dizilirken her an silinmeye hazır – altında yatan acı bir gerçek var. Enerji ve her birim enerji ile atmosfere salınan sera gazları o gerçek. Dizerken sadece türümün anladığı elektronları ekrana, ekrandan bana yansıyan gerçek üstü görüntüyle beraber içindeki toksinler de geliyor bu yana.

Yana yana sana zarar vermesin diye önündeki alete konan, bromine alev önleyiciler. Nedeni onlar, kanserli vücudunun… acıyla kıvrıla devine yanarken o, gözleri yaşlı ananın yanakları alev alev.

Ne bu baktığın ekran sanal, ne klavyesine dokunduğun bilgisayar, ne de okudukların şu an! Sanal ortamda itibarlar yönetilirken ekranlarda, birileri kurumsal itibarlarını internette izlerken, korurken ve güçlendirirken… unutmasınlar, ucu dokunduğu anda gerçek hayatlara, yoktur sanal ile gerçek arasında fark. Elektrikler kesildi mi gider bilgisayar, kesildi mi elektrikler, hayatlar kayar gider. Tuşları dökülen, ekranı çatlamış bilgisayar, soğuktan çatlamış parmaklar arasında sökülürken, tarar o çocukların geleceğini.

Geleceğini düşünen her yöneticinin okuması gerek, Gamze Er’in ‘Sanal Ortamda İtibar Yönetimi’ adlı kitabını - özellikle 35 yaşını aştıysa. Okuduğunda görecek ki sanal sandığı dünya, göründüğünden daha gerçek. Kitabın başta benim bu kadar ilgimi çekmesinin nedeni Greenpeace’in Apple bilgisayar şirketine yönelik ‘elmamı yeşil yap – green my apple’ kampanyası hakkında bilgi vermesi. Sanal ortamda büyük bir başarıyla yürütülen bu kampanya ile daha 14 Ekim 2008’de, Apple eskisine göre çok daha çevreye duyarlı bilgisayar modelleri çıkarttı. Şayet Greenpeace kampanyası ile 46.000’in üzerinde Mac kullanıcısı ‘Elmamızı seviyoruz, ama yeşil olmasını istiyoruz’ demeseydi acaba bu değişiklikler olacak mıydı? Daha önce internet sayfasına yüklenen ürün tanıtım videolarında çevrenin ç’si geçmezken, şimdi niye bu videoların yarısı çevre için alınan önlemleri anlatıyor? Bu soruların ve “sanal” ortamda itibara dair önemli diğer soruların yanıtını arıyorsanız ‘Sanal Ortamda İtibar Yönetimi’ kitabını öneririm.

Okuyun, görün, anlayın! Doğrusunu yapmaz ve çevreye dost ürünlerle itibarınızı korumazsanız sanal ortamdan çıkan dev itibar kemirgenlerinin korkusuyla kabustan uyanırsınız bir gün. Ve açtığınızda gözlerinizi…

“SANAL ORTAMDA İTİBAR YÖNETİMİ”
Kurumsal İtibar Yönetimi ve İnternet’te İtibarı İzlemenin, Korumanın ve Güçlendirmenin Yolları
Yazar: Gamze Er
Cinius Yayınları, Eylül 2008, Istanbul
ISBN: 978-605-4034-42-0
16 YTL, 176 sayfa
www.netkitap.com (%20 indirimli)

9 Eylül 2008 Salı

Life on Board of Rainbow Warrior

After the day of action the Rainbow Warrior woke up from the night stretching her limbs to get ready for the new journey to Turkey. A hearty breakfast to ones liking and a freshly brewed coffee was all we needed to get our brooms and mops to clean out the place and pick up every bit of dust and dirt. Clean and tidy we lifted the anchor and got out the harbor. A small navy gun boat made a circle around us for five minutes as we took course and made a sharp turn and disappeared back into the harbour. It looked like curious crow which lost interest quickly. As I was talking to the photographer on board, a french fellow, Pierre is the name, with more than two decades under his arm following Greenpeace actions around the world... the ship is full of able and dedicated souls, all an ocean in themselves.

Looking out the horizon the alarms rang in a shrill sound... crew rushed to the master stations some rubbing their eyes from last nights watch. We got a full briefing on the fire teams, man over board rules and teams. Luckily the drill was announced on the notice board so we knew that it was training. Already the first day of the journey the campaign team had a series of important meetings to get ready for Turkey. The growl in my stomach announced that it was time for lunch...

Our cook was laying in bed for he was ill, but our two Israeli volunteers went into the kitchen and produced a miracle; tasty basil and mozarella sandwiches with pesto, and a fantastic spicy cauliflower, coconut and cashew souce on rice... a salad of course as always. The crew needs a lot of calories for their hard work, but for a not so hard working office person like me, I am afraid with the tasty food I will step off the ship with a couple kilos extra, if not careful. After lunch I went on the master station to have my tea and look to the horizon. I was getting dizzy on the ship after looking into the computer screen for a few hours. Sitting on deck and looking into the horizon I got my internal balances sorted out. I thought I never would get seasick having gone through many voyages in the sea, but of course I had never sat in front of a computer in other journeys.

There was Louis our Chief Engineer on deck, for a break away from the engine room, swaying with the waves in his hammock taking a sun bath after a cold shower. We had a nice chat about the waste water system of the Rainbow Warrior. We have limited fresh water so we have to be careful to save water and not take long showers, luckily the toilets flush saltwater. The toilet water gets special aerobic decomposition treatment and after getting cleaned mixes with the other gray water from showers and wash basins. After one final treatment which includes UV light surrounding the pipe all the bacteria is maimed before it gets discharged. It is a good feeling to know that we take the best precautions on the ship and don't only recycle...

What another drill?... This time the fire alarm sounded, again I was there on deck and did not have to run up stairs. Pep our First Mate was there to inform that it was a false alarm. Our cooks were busy preparing food now for dinner, the vapour from the cooking had set on the alarm. Better be prepared than sorry, better a false alarm then the real one! Whenever on deck looking right I was concerned about the coast of Israel. I was alarmed this time... the alarm is sounding deep in my mind and heart. There is an endless line of white and high buildings. Not only sucking up energy from coal which kills the climate and our future, but also destroying the coast. Is there a stretch of coast that has not been appropriated by people in the Eastern Mediterranean. We left no space for nature, we think all is ours and while taking more and more from nature we are taking more and more from ourselves...

I will be on watch duty tonight from midnight to 4 am in the morning. Watching a ship is rather uncomplicated, I'll do my duty and sleep some more tomorrow. But what we really need to watch is the planet itself. She is a ship in an endless ocean of space. Right now she needs a lot more than people watching it, she needs people to act! Act Now! Quit Coal!

Dr. Uygar Ozesmi - Greenpeace Mediterranean

8 Eylül 2008 Pazartesi

Coal Kills - Quit Coal - Action in Askhelon

The Rainbow Warrior sailed out of Ashdod port heading towards the Ashkelon Coal Plant. The Captain sailed thru different security zones and finally we were contacted by the Israeli Navy and asked to turn back because we were in a zone "where other things were happening". We responded with saying that we have no intention of jeopardizing security, that we were on our way out, and were here for a non-violent peaceful action against coal power plants that is causing climate change. Nili, Greenpeace Mediterranean Campaigner against Climate Change, was communicating constantly in Hebrew, to calm them now and understand what we are doing. A high-speed navy boat approached us with a machine gun in front. Getting a radio signal the captain asked us all to clear the deck and get in for security. The press stayed on deck at their own risk. My eye caught the glimpse of a woman at the machine gun. After a few minutes I was up the bridge again. In communication with the media boat we met 2 miles away from the coal loading pier. As the media came, the woman at the gun went inside and the boat turned away and disappeared. As soon as they were gone, a police boat appeared. They boarded the ship without permission, and with their guns, although they were kindly asked to leave their guns behind. As they entered the bridge the media boat also approached us and journalists came on board. The police was was asked endless questions and they tried to appear cool, but what they did was get off board. Go to the media boat captain and threaten him with loosing his licence if he would not take them back to the harbour and not hang around us. As the police boat was escorting the media back ashore. The Greenpeace inflatables were being offloaded for an action. Activists jumped in and disappeared among the waves towards the gigantic coal ship "Cape Heron". Our on board press, a photographer and videographer were there to record everything. As two boats were finished painted our message in Hebrew "Coal Kills" and in English "Quit Coal" on the "Cape Heron". The police arrived and after getting really angry that we were playing chase in the water, their engines 3 times as powerful as ours caught up with us and they pulled our non-violent the activists and the engine keys out by force.

Back in the ship in constant communication, even when they were arrested, we knew their fate. They were pulled to a secure harbour were they were held in inflatables and questioned one by one. Our lawyer was there to defend them.

As we were waiting peacefully, and with some anxiety for our boats to return... The Israeli Navy asked kind enough for 'permission to board the ship.' Our captain granted this permission but they did not respect our no-arms policy. And put our captain under arrest and ordered him to take the ship to the Port of Ashdod. Our captain refused to take the ship with crew already arrested and away, and said that he was ready to take the ship to the harbour only if the police would take all the responsibility... I think that gave this policeman an understanding of what it means to be responsible for a whole ship and the people in it! Later on I caught up with this quite disrespectful man and talked to him about his two children and their future in Askhelon. We talked about respiratory diseases in the short term, rising sealevel and food security issues related to coal, the biggest contributor to climate change. We talked about Israel being a leader in solar technologies and how stupid it is to invest in coal power plants, sending their hard earned "shekels" outside for imported coal. And off the sun and desert in Israel that shines stronger everyday. We talked about the future and why Greenpeace was here...

As we entered the Port of Ashdod we heard that activists were released and on their way back. Our captains arrest was lifted and our activists came back on board. Once again we sent out the message to Israel and allthe world that we need to quit coal if we don't, it will kill our future and the planet...

Dr. Uygar Ozesmi - Greenpeace Mediterranean

6 Eylül 2008 Cumartesi

Quit Coal Tour in Israel

Just two months ago we were part of the Arctic Sunrise Tour for the protection of Blue Fin Tuna and the creation of Marine Reserves in Greenpeace Med. Now we are part of the Rainbow Warrior Tour for the Quit Coal campaign. When we get to host a Greenpeace ship its always great excitement. It is also a lot of work for the team, but they don't feel it because of their enthusiasm. The same enthusiasm is also shared by our supporters. The Rainbow Warrior is such a strong Greenpeace icon that I must say I was very excited.

During my trip form Istanbul to Tel Aviv, my mind was with the team and how the preparations were going. When I met the team I was sure that everything was in order. In the morning we took the shuttle to the Haifa Harbour. When we arrived there were also lines of people infront of the gate. Squezzing through the lines to the gate I felt like the priviledged crews who always get to jump lines... a little embarrassed by that too. Then came the waiting to get our passports cleared and the visitors were able to get before us on board. We had to watch a little jelous this time. The team had prepared an exhibition to talk about the climate impacts of climate change. The music was playing, children were dancing with their mothers, some were jumping rope,.. rope pulling. Walking the patway down was the bridge up to the Rainbow Warrior. Again there was a croud waiting for guides and their turn to get on the ship. We were counting on a couple of hundred visitors, but this was beyond our expectations. That day we had more than 1200 visitors come to the ship. People got off with a big smile, having experienced a ship that symbolizes the struggle for a society in harmony with the planet. The ship had witnessed many environmental crimes and stood in resistance to those who do not care for the planet, blinded enough to comit crimes against nature and humanity. People on board gave the hope that there will be a future for all.

After we said goodbye to everyone, the ship started sailing to the Port of Ashdod. Sleeping in the upper bunk of our rather basic but comfortable cabin in the ship, I went a sleep thinking what a good day we had with our supporters. Tomorrow we will have a sailing with our institutional supporters, members of parliament, government officials, journalists, and fellow environmental NGOs. They are supporting us in the 'Quit Coal' campaign. No campaign can be a real success without the support of all stakeholders. And these are the people from Israel we believe we will work together to prevent the building of a new coal fired coal plant in Askhelon. The stuggle will continue until no new plants are built anywhere in the world.

Dr. Uygar Ozesmi - Greenpeace Mediterranean

3 Eylül 2008 Çarşamba

Asaf Ertan (2008) Türkiye’yi Kuşlarla Gezelim. Doğa Gözcüleri Derneği. Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul.

Kitap Kritiği


Kuşlara selam olsun…

Yazı: Uygar Özesmi

Bir alimden… bir gezginden... bir aşıktan… sokaktaki her insandan... Gün gelir de her vatandaş 27 kuş türünü akıldan sayabilirse burada Asaf Ertan’ın hakkı verilir. Kadir şinas Asaf Ertan, kitabını Salih Acar’a adamış. Salih Acar sadece meşhur bir ressam, bir kuş ressamı olmakla kalmayıp, Doğal Hayatı Koruma Derneği’nin kurucularından ve kuş gözlemciliğinin yaygınlaşmasına katkı koyanlardan. Ben kuş gözlemciliğine Redhouse Yayınlarından Salih Acar’ın siluetlerini çizdiği Kuşlarımız kitabı ile başladım. Belkıs ve Salih Acar’ın izinden tam 36 yıl sonra çıkan bu kitap ise yepyeni bir nesile ve malesef çok daha bozulmuş bir dünyaya doğuyor.  Eminim yeni kuşak kuş gözlemcilerine yoldaş olacak ve onları, kuşların büyülü ve o denli zevkli dünyasına taşıyacak. 

Kuşların o büyülü ve zevkli dünyası dertli bu günlerde. Yaşam bulmaya çalıştıkları her köşeye “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” saldırıyor. Göller kuruyor, sazlıklar yanıyor, dağlar, yaylalar, kıyılar turizme kurban; bozkırlar vahşi tarım ve otlatmanın, geri kalan alanlar ise kentlerin fabrikaların, yolların, madenlerin, boruların pençesinde…

Kim vahşi?

Pençesini karın doyurmak için uzatan bir şahin mi? Yoksa pençesine herşeyi geçiren iştahı sonsuz medeniyet mi? Bu canavarın farkında olanlar, pençesinden doğa ve kuşları kurtarmaya kararlı olanlar, bu kitabı alıp okusunlar ve okutsunlar. Bir zamanlar avcı olan bir insanın nasıl dönüşüp korumacı olduğunu görsünler. Kuşla başlayacakları macerayı bir doğa gözcüsü olarak bitirsinler.

Türkiye’yi Kuşlarla Gezelim, arazide yanınızda taşımak için biraz büyük ve ağır bir kitap. Metinleri ise kuşları teşhis için, resimlerinden daha yararlı. Kitabın gerçek değeri içindeki özgün metinler. Bu metinler Asaf Ertan’ın 50 yılı geçen gözlemlerinden ve bilgeliğinden süzülüp geliyor. Kitabı elime alıp bütün metinleri ve betimlemeleri keyifle okuduğumu söylemeliyim. Her ne kadar bir kaynak veya başvuru kitabı olsa da, bir doğasever için bir okuma kitabı olduğunu söylemeliyim. Arazide yanınızda götürmek ve teşhisleri doğru yapmak için belki daha iyi kitaplar bulmak mümkün olabilir, ama kitapta bunlar arka sayfalarda verilmiş. 

Bunun dışında kuşlara ilgi duyanlar için çok iyi bir başlangıç kitabı. Asaf Ertan’ın eşi ve can yoldaşı Şahika Ertan’ın dediği gibi, “Biz aslında tüm kainatı kuşlarla beraber görmeyi, kucaklamayı, sevmeyi istiyoruz ve –tek hücreli bir canlıdan yola çıkıp dev mavi balinaya dek– tüm kainatı kucaklamak”… Haydi gelin, hep beraber kucaklayalım!

Bu yazı Yeşiliz Sayı:11 Yıl: 2008 sayfa 60’da yayınlanmıştır.

24 Ağustos 2008 Pazar

Su boşa akmaz, Türk de maalesef durup bakmaz...

... baksa nereye gittiğini ve neleri beslediğini görür.

Dr. Uygar Özesmi

Sultan Sazlığı ülkemizde yanlış kalkınma projelerine kurban gitmiş pek çok alandan sadece bir tanesi. Başka bir örnek: Hatay’daki Amik Gölü tarım için kurutulmuş ve ülkemizde başka yerde bulunmayan Yılan Boyun Kuşu haritadan gölle beraber silinmişti. Daha sonra içten içe yanan toprak tarımı verimsiz hale getirmişti. Amik Gölü kurutulmaya getirdiği sel felaketleriyle dirense de, olan olmuş göl ve bütün doğal yaşam elden gitmişti. Doğal yaşam fakir, köylü fakir.

Sultan Sazlığı’da neredeyse aynı felakete kurban gidecekti fakat Tansu Gürpınar gibi doğa severlerin çabaları sonucunda DSİ ve Milli Parklar Teşkilatı arasında yapılan bir protokol gereğince Develi Sulama ve Drenaj Projesi revize edilmiş ve DSİ Sultan Sazlığı’nda 1071 m su kotunu korumayı taahhüt etmişti. Gel zaman, git zaman, proje gerçekleşip, Ağacaşar ve Kovalı barajları yapılıp, tarım alanları sulanmaya başlanınca, kurak yıllarda Sultan Sazlığı’na su yetmez oldu. Sultan Sazlığı barajlar işletmeye açıldıktan sonra 1990 ve 1991 yıllarında tamamen kurudu. Bakın 1993 yılında Kayserili bilim adamı Mehmet Somuncu ve Harun Tuncel ile Türkiye Coğrafya Dergisi’ne yazdığım bir bilimsel makalede ne demişim:
“Son zamanlarda yaşanan en acı olay ise 1990 yılının Ekim ayında başlamak üzere Sultan Sazlığı’nın 1991 Mart ayına kadar tamamen kurumasıdır...DSİ’nin Milli Parklarla yaptığı protokolde belirtilen seviye 1071 metre olduğuna göre, doğal bir kuraklık dönemi olsa bile DSİ uzmanlarının bu durumu ve kurak dönemin ardından yer altı su seviyesinin alabileceği minimum düzeyi gözönüne alarak su kodunu belirlemeleri ve önlemleri buna göre almaları gerekmektedir...Sultan Sazlığı’nın geçirdiği kuruma olayı bir bakıma şanstır. Çünkü uzun yıllar sürebilecek olan kurak dönemlerin yaratabileceği olumsuzluklara karşı uyarı omuştur.”

Anlaşılan uyarı olmamış ve tarihten ders almamışız ki aynı şey 10 yıl sonra tekrar başımıza geldi. Sultan Sazlığı daha kendini toparlayamadan bir darbe daha vurduk, serdik yere, yaşamı.

Ders almamız gerekirken biz çözümü de yanlış yerde arıyoruz. Herkes ağız birliği etmiş diyor ki Zamantı Irmağı’nın suyunu çalalım. Dağlar suya geçit vermezken, biz karar verip dağı bir tünelle delmeye başlamışız. Zamantı’nın suyunu zaten Bahçelik Barajı ile tutacağız ondan arta kalanı Sultan Sazlığı’na aktarırız, geriye gürül gürül Zamantı’dan kalır ince bir dere. Vadi boyunca tarım yapan ağalar, analar ince bir ağıt yakar kalanın ardından. Irmağın suyuna hasret alabalıkları ve binbir türlü ırmak canlısını zaten kim takar.

Su boşa akmaz, Türk de maalesef durup bakmaz. Çünkü baksa nereye gittiğini ve neleri beslediğini görür.

Çözüm trilyonlarca lira, milyonlarca dolarla tüneller açmakta yatmıyor. Keza mega projeler çağı artık geçti. Dünya’nın her yerinde artık pahalı ve insana uzak büyük projeler yerine insana yakın, yaygın, küçük ama etkili projeler üretiliyor. Tünellere vereceğimiz onca paranın (bu paralar bizim vergilerimizden çıkıyor veya dış borçla gelecek kuşakları zor durumda bırakıyoruz) %10’unu damlatma sulama gibi suyu en az kullanan yerel teknolojilere ve su tasarrufunu özendiren kurumsal yapılara, kuraklığa dayanıklı tarımsal ürün çeşitlerine ve planlı ve uygulanır ürün seçimine ve ekimine harcasak ne tünellere gerek kalır ne de Sultan Sazlığı susuz kalır. Sultan Sazlığı suyuna kavuşursa eskiden yılda 1 milyon dolar sazdan gelir elde eden civar köylüler yine para yüzü görür. Eskiden kuş dolu bir Sultan Sazlığı’ndan eksik olmayan yerli ve yabancı turistler gelir, köylülerin gelirleri katlanarak artar.

Çağa ayak uydurmak ve küreselleşen Dünya’da hayatta kalmak için doğal alanlarımızı korumaya, kaynaklarımızı tasarruflu kullanmaya ve akıllı projeler üretmeye mecburuz.

Serkan ve Behiye için

Doluşur minibüse, kuşa çıkardık. Tuzla-Palas Gölü en sevdiğimiz alanlardandı. İki genç vardı, beni deli ederdi. Ellerinde fotoğraf makinesi ya bir kuru ama kıvrımlı ota, ya çalıdan çıkmaz bir kuşa, kısaca önlerine düşen her börtü böceğe takılır, geride kalırlar; grup dağılır, benim sinirim tepeme çıkardı. Ya sabır çeker, heveslerini kırma derdim içimden. O heves ne hevesmiş de benim haberim yokmuş. Behiye ve Serkan Yılmaz Tuzla-Palas Gölü belgesel filminden sonra bir başka büyüleyici esere daha imza attılar.

Üyesi olduğum Toygar kuş gözlemcileri email grubundan haberi aldığımda ne kadar sevindiğimi anlatamam. DoğaBel’den, Behiye ve Serkan Yılmaz’ın belgeseli, 2. Akbank Kısa Film Festivali jürisi tarafından, Türkiye yapımı “En İyi Belgesel Film” seçilmişti. Bir ay sonra “Bir Çift Kanadın Peşinde” filmini New York’ta, internet üzerinden izledim. Central Park’taki gölette yüzen ördeklerle yetinmeye alışmışken, filmi izlerken kendimi evde, arkadaşlarımın yanında buldum; arkadaşlarım kuşlar ve arkadaşlarım gözlemcilerin arasında...
“Bir Çift Kanadın Peşinde” belgeseli ve elinizdeki bu kitap, insanın mezara kadar peşini bırakmayan bir koşuşturmayı; yaşamı renklendirip, doğayı yaşamımızın parçası haline getiren heyecanlı bir uğraşıyı anlatıyor. İlk kez elime dürbünü alıp, 10 yaşında kuş gözlemeye başladığımda, “kuş gözlemcisi”, “kuşçu” gibi tanımları hiç duymamıştım. Redhouse Yayınevi’nin “Kuşlarımız” kitabında Belkıs ve Salih Acar’ın hikâyesini okuyunca, ardından benim gibi kuş gözleyen Sancar, Reşit ve Can’la tanışınca, ve en sonunda Sancar bana ilk kuş rehber kitabımı hediye ettiğinde… Farkına vardım, teşhis zor olmadı; meğer ben bir kuşçuymuşum, çünkü bir çift kanadın peşinde koşarmışım. O gün bugün, ülkemin her köyünde, bucağında, dağında, ormanında, bozkırında, gölünde, bu güzel gezegenin beş kıtasında, arkadaşlarımla milyonlarca çift kanadın peşinde koştuk. Flamingoları ilk Mustafa Abi’yle Sultansazlığı’nda, sonra Gürdoğar’la Yumurtalık Lagünleri’nde, Tansu Bey’le Seyfe’de, Guy’la Ereğli Sazlığı’nda, Mehmet Bey’le Çamaltı Tuzlası’nda, Murat’la Acı Göl’de, Özge ile Kulu Gölü’nde, Esra ile Tuz Gölü’nde, sonra Fransa’da Camarque’da, Meksika’nın Celestun Lagünleri’nde, Tunus’un Djerba Adası’nda ve Kenya’nın Nakuru Gölü’nde gördüm. Bir gün Güney Amerika’da And Dağları’nın arasına sıkışmış 4000 metre yükseklikteki tuz göllerine de gidip orada da flamingoları göreceğim. Gördüğüm gün gam yemeden ölebilir, bu dünyadan göçebilirim.
Dünya Kuşçuluk Turnuvası’nda (1997 ve 2005) Ahmet Baytaş, Çağan Şekercioğlu, Evrim Karaçetin’le yarıştığımızda gördüğümüz Kardinal kuşunun kan kırmızısı rengiyle büyülenip yarım saat olduğumuz yerde çakılmış, sıralamada ancak ortalarda yer almıştık. Ödül töreninde hikâyemizi anlattığımızda, meşhur yazar ve kuş gözlemcisi Pete Dunn dedi ki: “Bazen burnumuzun dibindeki güzelliği fark etmemiz için ayrı kıtadan birilerinin bize hatırlatması gerekiyor”. İşte, “Bir Çift Kanadın Peşinde” belgesel filmi ve bu kitap burnumuzun dibinde, kulağımızın yanı başında öterken bir türlü fark etmediğimiz, güzelliğiyle bizleri büyüleyen kuşlara dikkat çekiyor. Kuşçuların dünyasından çıka geliyor, ve herkesi kuşları izlemeye davet ediyor. Kuşçuluğun en büyük ödülü Cem’in belgeselde dediği gibi, “Kuşları gözleme ve bu güzelliğin farkına varma ayrıcalığı”. Eh, belgeselde geçen yarışmanın sonundaki gibi; bir fıçı turşuya veya başka küçük ödüllere de kimsenin itiraz ettiği yok tabii…

“Bir Çift Kanadın Peşinde” bize umut veriyor. Başta Tansu Gürpınar olmak üzere, Murat, Güven, ben uzun yıllar birbirimizden habersiz ama paralel giden “kuşçu yaşamlar” sürdürdük; dürbünlerimiz çok sonraları kesişti. Ülkemizde daha 15 yıl öncesine kadar en fazla 20 kuşçu varken şu anda yüzlerce kuşçu, her ilde kuş gözlüyor. Artık kuşçuluğa başlayanlar kuşçuluğun ne demek olduğunu arkadaşlarından öğrenebiliyorlar. Gittiğiniz bir “Önemli Kuş Alanı”nda başka bir kuşçuyla karşılaşabiliyorsunuz. Ancak kuşçuluk konusunda “muassır medeniyetler seviyesine” ulaştığımız söylenemez. ABD’de yapılan araştırmalara göre, 19 milyon ABD vatandaşı bir yılda 50 günden fazla kuş gözlemine çıkıyor. Kuş gözlemi için bir yılda yapılan kişisel harcamalar 23 milyar ABD doları. Yapılan her harcamanın başka birisinin kazancı olduğu düşünülürse kuşçuluğun ABD için ne denli büyük bir sektör olduğu anlaşılacaktır. Avrupa’da da durum bundan farklı değil. RSPB - Kraliyet Kuşları Koruma Derneği’nin 1 milyonun üzerinde üyesi var. Derneğin sadece üyelik aidatlarından elde ettiği geliri 30 İngiliz Pound’u ile çarparak bulabilirsiniz. Bu gelirin tamamı kuşların korunması için harcanıyor. Buna ek olarak derneğin 150.000 genç üyesi ve 13.000 gönüllü çalışanı var. İngiltere’de kuşçulardan oluşan bu sivil toplum kuruluşu 126.846 ha alan kaplayan 182 doğa koruma alanına sahip ve bu alanları ziyaretçiler ve kuş gözlemcileri için işletiyor. Gelelim Almanya’ya... NABU - Doğa ve Kuşları Koruma Derneği’nin 400.000 üyesi ve 60.000 genç üyesi var. Vogelbescherming - Hollanda Kuşları Koruma Derneği’nin ise toplam 125.000 üyesi bulunuyor. Bu rakamlara İskandinavya ve diğer Avrupa ülkelerini ekleyin. Kuşçuluğun Avrupa’da da ne kadar önemli bir uğraşı ve ekonomik bir etkinlik olduğu çok açık. Türkiye’de de yüzlerce kuşçunun binlerceye, binlercenin yüzbinlerceye ve yüzbinlercenin milyonlarcaya dönüşmesi gerek. Bu nedenle Doğa Derneği ve DoğaBel’in önem verdiği konulardan birisi de çevre ve doğa koruma bilincine sahip kuşçuların artması. “Bir Çift Kanadın Peşinde”, kuşçuluğu geniş kitlelere tanıtmak ve özendirmek açısından önemli bir adım. Ancak bundan daha da önemlisi…

Bu belgesel bize bir direnişi gösteriyor. Doğa her geçen an daha fazla tahrip edilirken, toplumlar kendi haricindeki canlıları düşünmeden öldürüp, yaşadıkları yerleri yaşanmaz kılarken, insanlık tarihi gelmiş geçmiş en büyük soykırımla lekelenirken, bir avuç insan bu suça iştirak etmemek için direniyor. Bir zamanlar İç Anadolu sulak alanlarında sayıları yüz binlere varan flamingoları artık ancak yüzlük sürüler halinde görebiliyoruz, çünkü sular insanın doymaz iştahı yüzünden çekildi. Akdeniz’in en önemli flamingo üreme kolonilerinden olan Çamaltı Tuzlası ve Tuz Gölü tehdit altında. Meksika Körfezi’nde ve Akdeniz’de kirlilik almış başını gidiyor; Kenya’da göller kurumuş, kuruyor...

Bu gidişata karşı toplumun her kesiminden çocuklar, gençler, yaşlılar soykırımı durdurmak için ellerine tabanca değil dürbün, tüfek değil kitap, bazuka değil teleskop, top değil kamera alıp güçsüzlerin yanında duruyor. “Dur”, “Aman” diyemeyen, yok olurken çığlıklarını duymayı reddettiğimiz bu Dünya’da yaşayan başta kuşlar olmak üzere bütün canlılara ses veriyorlar. Onlar toprak ana ve bütün kardeşlerimiz adına konuşup, bizlere gidişata direnmek ve başka yollar denemek için cesaret veriyorlar. Bu belgesel bize bir yol gösteriyor ve bu yol arka bahçemize dikkatli bir çift gözle bakmakla başlıyor.

DoğaBel’in ötüşüne kulak vermeyi sürdürün… Size yaşam ve doğanın büyüleyici ezgilerini sunmaya ve yol göstermeye devam edecek…

Dr. Uygar Özesmi - Kuş Gözlemcisi

Erciyes Dağı

MİRAS DAĞ ERCİYES

Dr. Uygar Özesmi - Çevre Bilimci

Anadolu’da on milyon yıl önce bir dağ yükseldi. Yerkürenin derinliklerinden getirdiği bazalt ve andezitlerle besledi gövdesini. Eteklerine ve etrafındaki ovalara, göllere tüfler saçtı. Akan kızgın lavların önünü sular kesti. Ama zamanın tekeri dönüp sular çekilince sadece Sultan Sazlığı, Karasaz ve Tuzla-Palas gölleri kaldı dağın etrafında.

Antik çağın önemli coğrafyacılarından Strabon, Geographika’sında dağların en yükseği olarak bahsediyor ondan. “Argaios (Erciyes), tepesinden hiçbir zaman kar eksik olmayan dağların en yükseğidir. Ona tırmananlar berrak havada hem Pontus (Karadeniz), hem de İssikos (Akdeniz) denizini görebilirler”.

Günümüzde bin metre rakımlı İç Anadolu Platosu’ndaki Erciyes Dağı’nın denizden yüksekliği 3917 metre. Anadolu’da bir ada gibi yükseliyor. Bu adaya düşen tohumlar, canlılar kayalara hayat getiriyor; yeşillendirip, binbir renge boyuyor onu.

Kendine has bitki ve hayvan toplulukları ile Erciyes, Anadolu’nun miras coğrafyalarından. WWF-Türkiye’nin yayınladığı Türkiye’nin Önemli Bitki Alanları adlı çalışmaya göre bir önemli bitki alanı (ÖBA) kabul edilen dağ, Erciyes Üniversitesi Kuş Gözlem Kulübü çalışmalarına göre de bir ÖKA. Bunun başlıca nedeni, başta sürmeli dağ bülbülü Prunella ocularis olmak üzere dağda üreyen alpin kuş toplulukları. Erciyes, bu özellikleri nedeniyle YeşilAtlas’ın altıncı sayısında Türkiye’nin önemli doğa alanları arasında yer aldı.

Erciyes’te ÖBA çalışmasını yapan botanikçiler Galip Akaydın ve Mehtap Öztekin’ne göre İç Anadolu Platosu’ndaki bu adada Dünya’da başka hiçbir yerde varolmayıp, sadece Erciyes’te görülen dokuz bitki var. Erciyes’te bulunan 840 bitki taksonundan 130’u Türkiye’ye endemik ve bunlardan 42’si tehlike altında.

Erciyes Üniversitesi Kuş Gözlem Topluluğu’yla iki yıl süreyle kare kare dağın her tarafını gezdim, kayalık yamaçlara tırmandım. Dağ steplerini ve alpin çayırları geçtim. Kalıntı ormanlarda kayboldum. Erciyes’in vadi ve göllerinde serinledim.

Her yerde kuş vardı, tarım alanlarında bile. Üreme mevsimlerinde 173 kuş türünü gözlemledik. Gördüğümüz kuşların 14’ünün nesli Avrupa’da, ayrıca 56 türün de popülasyonları Avrupa’da yoğunlaşmayıp tehlike altındaydı.. Kuş türlerinden 28’i özellikle dağ biyomunu tercih ediyordu.

Erciyes’le bu kadar haşır neşir olunca, ister istemez başka canlılar da gösterdi kendini bana. Dağda 86 değişik tür gündüz kelebeğinin de kaydı var ve hemen hepsi baharda etrafta uçuyordu. Kaya kartallarının ve kızıl şahinlerin ana besin kaynağı olan tiz sesli gelengiler her yerdeydi. Arazi çalışmalarında tavşan ve tilkilerin tarlalarda ve yamaçlarda koşup kaybolmalarını izliyorduk. Niğde Üniversitesi’nden Ahmet Karataş, Erciyes ve civarında küçük fare kulaklı yarasa, serbest kuyruklu yarasa, şeritli yarasa ve cüce yarasa bulunduğunu belirtmişti. Yırtıcı kuşların avı gelincik ve sincaplar daha çok vadilerde ve tabii ormanlarda yaşıyordu. Rastlantıların eseri doğa, görkemli bir bütünlük içinde Erciyes’te kendini göstermeye devam ediyordu.

Peki niye bu kadar zengin bir biyoçeşitliliğe sahip Erciyes? Çünkü o bir ada; bizim ve bütün canlılar için. Sadece üç bin metreye yakın yükselti farklarına uyum sağlayabilenlerin çıkabildiği bir ada. Dağın değişik mikroklimatik şartlar sağladığı yamaçları var. Farklı toprak ve yeryüzü şekilleri hangi tür için uygunsa, o yerleşmiş bölgeye.

Dağdaki habitat çeşitliliği, canlıların da çeşitliliğine yol açıyor. Araştırmamızda Erciyes’i anlamak için dağın yedi değişik biyolojik topluluğunu görmemiz gerekiyordu. Önce kuzey yamaçlardaki Deliçay Vadisi’nden yukarılara doğru tırmandık. Güçlü akan çayın içine derekuşları dalarken, bir taştan diğerine dağ kuyruksallayanları atlıyordu. Vadileri dolduran ağaç türlerinin ve çalıların arasında çıtkuşu, alaca ağaçkakan, tepeli guguk, ve karatavuklar geziyordu. Bülbüller ağaçların altında, sarıasmalar ise tepedeydiler. Meşe ve ardıç ağaçlarının süslediği yamaçlarda kerkenez, çalı bülbülü, ökse ardıçlarının kaydını aldık.

Vadiden çıktığımızda önümüzde dağ bozkırları uzanıyordu. Genelde 1300 metreden başlayan gevenlerin (Astragalus spp.) arasında tek tük cılız meşe ve ardıçlar göze çarpıyordu. Aşırı otlatmadan nasibini almış, çoğunlukla dikenli yastık bitkilerinin oluşturduğu fakir bir dağ bozkırına dönüşmüştü Erciyes’in yaylaları.

Fakat kuşlar bizi bırakmıyordu. Tepemizde bir çift kızıl şahin ve ok kadar hızlı ebabiller dönerken, yerde bozkır toygarı, tarla kuşu ve kır incirkuşu dolaşıyordu. Dağ steplerinde toplam dört kuyrukkakan türü gördük; boz, karakulaklı, aksırtlı ve nerdeyse her taşın üstünde oturan bildiğimiz kuyrukkakan.

Dağ bozkırlarında iki bin metrenin üstünde, dereciklerin ve su sızıntılarının etrafında gördüğümüz yoğun yeşil alanların alpin çayırlar olduğunu gördük. Derenin kenarından bir çift angıt uçtu ve tepenin ardından kayboldu. Burada bitkiler koyu yeşil yapraklı, kimi zaman tüylü, kalın kabuklu, küçük ve ince dallıydı. Erciyes Üniversitesi’nden botanikçi Cem Vural, biyolojik çeşitlilik açısından bu zengin alpin çayırlarda 11 endemik bitki türü tespit etmiş.

Bozkırların ve çayırların bittiği yerde Erciyes Dağı’nın kayalık yamaçları yükseliyor. Buralarda toprak yapısı nerdeyse hiç yok ve buna bağlı olarak bitki örtüsü de zayıf. Ama kuş türleri bakımından zengin bu alanlarda gözlemlerimiz boyunca kızılşahin, kayakartalı, bıyıklıdoğan ve uludoğan gördük. Yüksek kayalık yamaçlarda birçok kuşun yanında sürüler halinde kar serçeleri uçuyordu.

Bütün bu doğal zenginliğine rağmen yöre halkı Erciyes’e sırtını dönmüş durumda. Dağın eteklerinde Hacılar, Hisarcık, Kızılören, Şeyhşaban, Kızık, Kulpak, Develi gibi yerleşimler bulunuyor. Bazıları hayvan otlatmak için özellikle yaz aylarında tercih edilen kırsal nitelikli yerleşimler. Başta Şeyhşaban olmak üzere bazı yayla yerleşmelerinin özgün dokuları ve barındırdıkları tarihi değerler dolayısıyla korunmaları çok önemli.

Erciyes Dağı’nın batısındaki Sürtme ve Şeyhşaban köyleri, kemerli hayvan barınaklarının yanı sıra önemli ölçüde kalıcı konutun bulunduğu yerler. Şeyhşaban köyünün kökeninin 16’ncı yüzyılda Erciyes’in batı kesimlerine dergahını kurup, hayvancılıkla uğraşan Şeyhşaban’a kadar dayandığına inanılıyor.

Hayvancılık bu bölgede en önemli geçim kaynaklarından biri. Diğer geçim kaynağı ise bağcılık. Dağın çağlar boyunca adeta sembollerinden biri bağcılık, bugün Hacılar-Talas ekseni üzerinde kalıp, yapılaşma ile beraber eski verimli günlerinden uzaklaşmış. Halbuki volkanik yapıya bağlı olarak oluşan toprak ve arazi yapısı bağcılığa son derece elverişli imkanlar sunuyor.

Erciyes Dağı’nda bulunan biyolojik topluluklar arasında kalıntı ormanlar kendilerine özgü canlıları barındırıyor. Strabon’un İS 45 yıllarında bahsettiği Erciyes’in sık ormanlarından geriye sadece güneydoğu yamaçlarda titrek kavak ormanları, diğer yamaçlarda ise alıç, boylu ardıç, katran ardıcı, tüylü ve sarı meşe toplulukları kalmış. Dağın güneybatı eteklerinde, ağaçların arasında karatavuk, küçük akgerdanlı ötleğen, akgerdanlı ötleğen, ökse ardıcı ve ispinozlar ötüyor her zaman. Kayak merkezine doğru kuzey yamacındaki asfalt yoldan çıkarken 1400 metreden başlayarak yamaçlarda kara çam, meşe, kavak ve akasya ağaçlandırma bölgeleri bulunuyor, ancak bu bölgeler henüz biyolojik çeşitlilik açısından fakir kalmış.

Erciyes’te 2340 metre yükseklikte alpin bir küçük göl var: Sarı Göl. Dağlık alan deyince insanın aklına pek tarım arazileri gelmiyor. Fakat göle çıkarken 1500 metreye kadar yol boyunca bağlık alanlar ve hatta iki bin metreye kadar da kuru tarım alanları vardı. Doğal yöntemlerle yetiştirilen buğday, çavdar, yulaf, kuru fasulye ve yeşil mercimek tarlalarında onlarca kuş vardı. Tepeliguguk, boğmaklıtoygar, tarlakuşu, sarı kuyruksallayan, karabaşlı kirazkuşu, tarla kirazkuşu gibi tarıma uyum sağlamış kuş türlerini kaydettik. Yer yer sellerle bozulmuş yoldan zorlukla çıkarken, kırmızı gagalı dağ kargalarının çığlıkları eşlik ediyordu bize. En sonunda üç tepenin arasına sıkışmış Sarı Göl’e ulaştığımızda, gölün etrafında bir yılkı atı sürüsü gördük.

Erciyes heybetli bir dağ. Her şey ondan etkilenmiş. Erciyes Matbaa, Erciyes Kaporta, Erciyes Cafe, Erciyes Emlak, Erciyes Kitabevi, Erciyes Antikacısı, Erciyes Büfesi. Erciyes’i tanımak için uzun bir maceranın sonunda diyecek çok şey var. Ama hepsinden öte, o Anadolu’nun bize bıraktığı yaşam için en önemli ve en güzel miras coğrafyalardan biri.

Kuş Gözlemek

Çekmecelik, Halkalamalık, Yazmalık: Palas Tuzla Gölü Kuşlarının Hikayesi

Dr. Uygar Özesmi
Çevre Bilimci ve Kuş Gözlemcisi

Ülkemizin doğası ve kuşları batı biliminin bizden çok önceleri merak konusu olmuş. Anadolu’ya 1548’de gelen Belon ve 1643’de Tavernier batıdan gelen ilk doğa seyyahları arasındadır. 1800’lerde kuşları örnekleyen seyyahların sayılar artmıştır. Bunların arasında 1835’de Chesney ve Ainsworth, 1848’den itibaren Tchihatcheff, 1853’de Kotschy ve özellikle 1870’lerde Danford, 1874’de Fellowes, 1881’de Tristram, 1882’de Schraders, 1907’de Ramsey, Hilgert ve Niedieck, 1928’de ise Stresemann, Hartert ve Ürmös sayılabilir. 20. yüzyılın başında sayılar bu yazıda sayılamayacak kadar artmış. Bu seyyahlar yöre halkının adını koymadığı cılıbıtları; akça, halkalı, küçük halkalı, büyük diye ayırmışlar, kendine göre özellikleriyle tanımlamışlar ve belgelemişler. Çiftenin ucunda örneklemişler, Avrupa’daki müze çekmecelerine hapsetmişler. Anadolu insanı ise onları ayrıntılarıyla tanımlamasa da çok daha şerefli bir yer ayırmış, kilimlere halılara, nakışlara, yazmalara işlemiş.

Palas Tuzla Gölü ile ben de yine batılı kuş gözlemcilerin sayesinde tanıştım. 1987 yılında Çukurova’da Doğal Hayatı Koruma Derneği işbirliğinde yürütülen WIWO (Uluslar arası Su Kuşları Araştırma Vakfı) projesinde beraber çalıştığımız Vincent van den Berg ve arkadaşları Kayseri’yi ziyaret edip 1987 sonbaharında Tuzla’da kamp yapmaya karar verdiklerinde, ben de onlara katıldım. Kayseri’nin sadece 45 km kuzeyinde yer alan bu önemli kuş alanına Sultan Sazlığı üzerine odaklandığım için daha önce hiç gitmemiştim. Göl civarda yaşayan birkaç bin insan dışında Kayseri halkı Palas Tuzla Gölü’nden haberdar bile değildi. Bizler gölün güneybatı ucunda kavakların arasına kamp kurmuş, bağları çevreleyen çalıların arasına kuş ağları atmıştık. Boyunçeviren’le ilk onu ağdan kurtarıp bacağına halka taktığımda tanıştım. Sonraları bu güzel kuşu Lübnan’da ölü bulmuşlar diye duydum. Oraya kadar dura kalka 4 gün de varmış. Artık kuşları saçmalarla örneklemiyorduk, onun yerine ağlarla yakalıyor bacaklarına halkalayarak ve fotoğraflarını çekerek belgeliyorduk. O halkalama kampıyla başlayan Palas Tuzla macerası bir tutkuya dönüştü. O kış her hafta sonu Ömerhacılı köyünde Hacı Ömer amcanın evine konuk oldum, ocağın başında ısındım. Kar tipi demeden sabahın erken saatlerinde göl kıyısına indim ve gördüğüm kuşları saydım ve düzgünce defterime kaydettim. Kızılbacak:10, Angıt:200. Yeşilbaş:54, Kılkuyruk: 34, Suna 4 diye her hafta sonu onları saydım. Kış kuş sayımlarını yazdım bitirdim.

Palas Tuzla Gölü’nün kuşlar açısından önemi git gide ortaya çıkınca 1988 ilkbaharında WIWO tarafından gölün bahar kuş göçleri açısından önemini ortaya koymak için bir proje başlatıldı. Sevgili dostum Gürdoğar Sarıgül’ün de katıldığı bu projede düzenli olarak gölde 200 Flamingo’nun kaldığı, yüksek sayılarda alaca balıkçıl, ak balıkçıl, gri balıkçıl, erguvani balıkçıl, leylek, karaleylek ve çeltikçi’nin göç sırasında görüldüğünü ortaya koyduk. Bunun yanısıra fiyu, kirik, yeşilbaş, kılkuyruk, çıkrıkçın, ve kaşıkgaga ördeklerinden binlercesinin alanı göç sırasında kullandığı ortaya çıktı. Alanın başta döğüşken kuş, küçük kumkuşu ve akça cılıbıt başta olmak üzere bütün yağmurcunların Anadolu’daki en önemli göç durak noktalarından biri olduğunu gördük. Görüşmelerimizin sonunda göç çalışmasının yeterli olmayacağı bu çalışmanın bir üreyen kuşlar çalışması ile takip edilmesi gerekliliğine karar verdik.

Aynı yıl haziranda Yertaşın Saz mevkiinde bir ay boyunca kamp kurdum. Her hafta sonu takviyesi yapılan yiyeceklerimi sıcaktan korumak için yerin altında oluşturduğum bir buzdolabında saklıyordum. Sağ olsunlar, çobanlar da yoğurt ve peynirle besliyorlardı. Öğle sıcağında gölgede karademlikten çaylarımızı yudumluyor, pınarlara, göle şükredip duruyorduk. Her sabah güneşin doğmasıyla beraber gölde üreyen kuşları tespit için göl etrafındaki biyolojik topluluklarda gözlemler yapıyordum. Islak çayırlarda ayağımı ıslattığımda etrafımda yuvalarını yapmış uzunbacak, mahmuzlu kızkuşu, kızkuşu ve kızılbacak havalandı, bana kibarca çek git dediler. Kovalıkların içindeki yuvalarından kır incirkuşu ve karabaşlı sarıkuyruksallayan kafasını çıkardı. Yuvalarını göremesem de sık sık gördüğüm çayır delicesi ve turnanın civarda bir yerlerde ürediğinden emindim.

Islak çayırlardan çamur düzlüklerine geçince tuzlu ortamları seven kılıçgaga, akça cılıbıt, büyük cılıbıtların kimi kur davranışları gösteriyor ve kimi kırık kanat numarası yaparak beni yuvalarının yanından uzaklaştırmaya çalışıyordu. Daha kumlu ve çakıllı bölgelerde küçük halkalı cılıbıt ürüyordu. Gölde varolan tek ince uzun çamur adasında ise bir sürü karabaş martı koloni kurmuştu.

Başta Yertaşın Saz olmak üzere göl kenarındaki sazlıklara varınca küçük batağan, balaban, cüce balaban, su kılavuzu, saz tavuğu, sakarmeke sesleri duydum. Sazların arasında saz bülbülü, büyük kamışçın ve bıyıklı baştankara oynaşıyor ve ses tellerinin en üst seviyesinde kendi şarkılarını söylüyorlardı “Burası benim, yaşam alanım çok güzel, kendime bir eş arıyorum, dişiyseniz gelin, yoksa aman ha yaklaşmayın”. Göğsüme kadar sazların içine daldığımda bir yeşilbaş çıkrıkçın ve Macar ördeği yuvası buldum. Ürediklerinin kanıtını gördükten sonra hemen uzaklaştım. Ancak saz delicesinin ürediğini tahmin ettiğim bölgeye yaklaşamadım, yine de ürediğine eminim diyebilirim.

Palas Tuzla Gölü sulakalanlarının dışında etraftaki biyolojik topluluklar da çok sayıda kuş barındırıyor. Gölün doğusundaki tuzlu bozkırlarda üreyen tek tük bağırtlakların yanında nerdeyse her yerde çorak toygarları yuvalanmış. Tuz oranı azaldıkça ve bozkır bitkileri hakim olunca adı üstünde bozkır toygarı, boz kuyrukkakan ve ketenkuşu görmek mümkün oluyor.
Etraftaki kayalık bozkırlarda ve yamaçlarda kovuklarda angıt ürüyor ve yavrularını yokuş aşağı göle indiriyor. Daha sarp yerlerde küçük akbaba ve kızıl şahin ve kaya güvercini yuvasını yapmış. Üremek için bu alanı seçen kuşlar arasında küçük boğmaklı toygar, çalı bülbülü, taş bülbülü, kuyrukkakan, karakulaklı kuyrukkakan, aksırtlı kuyrukkakan, kaya sıvacıkuşu, kaya serçesi, alamecek, kaya kirazkuşu ve kirazkuşu da sayılabilir.

Civarda Kızılırmak vadisinin kumlu yamaçlarında üreyen arıkuşu ve kum kırlangıcını da görmek mümkün. Irmak kenarındaki söğütlüklerde ve çalılarda, bülbül ve kamış bülbülü şakıyor. Çulha kuşu ise torba şeklindeki yuvasını özene bezene pamukçuklardan yapıp dallardan sallandırmış. Tarımsal arazilerde de kuşları görmek hala mümkün. Elektrik direkleri üzerine delice doğan, kerkenez ve saksağanlar yuvalanmış. Tarlakuşu, tepeli toygar, boğmaklı toygar, tarla kirazkuşu, ve kara başlı kirazkuşu tarlaların içine veya kenarlarındaki çalılara ve dikenli bitkilere yuvalarını yapmış. Kavaklık ve bahçelerde guguklar yumurtalarını bırakacakları başka kuşların yuvalarını arıyor. Bir çift üveyik çalıların arasından bir patlama ile kalkarken, uzakta bir alaca ağaçkakanın tak tak’ları yankılanıyor. Dalların arasında ak gerdanlı ötleğen, küçük ak gerdanlı ötleğen, büyük baştankara ve mavi baştankara oynaşıyor. Çalıların arasına, uzak dallara, karatavuk, ökse ardıcı, kara alınlı örümcekkuşu, kızıl sırtlı örümcekkuşu, alakarga, ağaç serçesi, ispinoz, saka ve florya yuvalarını yapıyor. Eski alaca ağaçkakan yuvalarına sığırcıklar el koymuş. Kavakların tepesine tek tek sarıasmalar, koloni halinde ekin kargaları yuvalanmış.

Köylerde ise çatılarda ve direklerde leylekler kocaman yuvalarını yapmış gagalarını takırdatıyorlar. Leylek yuvalarının içinden de serçeler kat mülkiyeti almış. Minarelere küçük kargalar, çatı aralarına ve altlarına kukumav, ebabil ve kırlangıçlar yuvalanmış. Bir haziran temmuz ayı da böyle geçti…

Bunca kuşun şöleniyle artık Palas Tuzla Gölü bir tutku halini almıştı. Sevgili Cüneyt Karul’la beraber sonbahar gelince kendimizi alamadık, Yertaşın Sazın çayırlıklarına yine çadır attık. Amaç sonbahar göçünü izlemekti. Bu sefer hesaplayamadığımız İç Anadolu’nun karasal iklimiydi. Gece yıldızlarla dolu sonsuzluğa bakarken, sıcağın yükselerek gökyüzüne kaçmasıyla beraber çöken soğuk hava bizi tir tir titretiyordu. Yazlık uyku tulumlarımızda ancak bolca kanyak içtikten sonra sızıp kalabiliyorduk. Sabah donarak uyandığımızda sıcaklık 8-10 derece oluyordu. Göl etrafında sayıma başladığımızda her saat başı bir katman giysi çıkarıyor, öğle vakti 26 derecede bir şort, bir atlet kalıyorduk. Her an her köşede göçmen yağmurcunlar, yırtıcı kuşlar, tüy değiştirmek için toplanmış 3000 civarında angıt ve hatta dünyaca nesli tehlike altında kuşlardan 3 toy bize kendilerini gösterdiler. Toylar hala bu civarlara tek tük uğruyorlar, ancak yöre halkı bir zamanlar bütün ovada yaygın olarak ürediklerini söylüyor. İç Anadolu’da toyların akıbetine bütün kuşlar eşlik ediyor. Mahşerin dört atlısı; suyu kesen barajlar, kurutan kanallar, yayılan yoğun tarım, çayırları ve bozkırı sömüren aşırı hayvancılık.

Sonra unutuldu Palas Tuzla Gölü. Aradan geçen 12 yıl içinde yeraltının suyunu çalıp, pancara hortumladılar. Kaynaklar kurudu. Sürüye bir sürü daha kattılar. Sonra da şu gölü kurutup, toprağı yıkayıp “bütün Kayseri’yi beslesek mi, cepleri doldursak mı” dediler. Kuş gözlemcileri alana 2000 yılında tam zamanında geldiler. Küresel Çevre Fonu Küçük Destek Programına (UNDP GEF/SGP) başvurarak yerel halkla beraber çalıştılar. Sonunda da Palas Tuzla Gölü’nü ve kuşlarını büyük ekrana taşıdılar. Artık halkla beraber göle sahip çıkıyorlar. Kayseri gündemine ve bilincine de yerleşti alan. Kuşlar çekmecelerden, halkalardan, yazmalardan havalanıp, sorumlu dimağların zihinlerine kondular.

2003 yılının bir Nisan sabahı hava aydınlanmadan çok önce ErKuş (Erciyes Üniversitesi Kuş Gözlem Kulübü) Palas Tuzla Gölü Atlası sorumlusu Nursen Aksan yatağından fırladı. Mutfağa koşup çayın suyunu koydu, börekleri paketledi, termosu doldurdu ve aşağı indi. Kapıda minibüs hazır bekliyordu. Şimdilerde şoför, emekli Muharrem Turan 3 yıldan beri ErKuş’u Atlas çalışmaları için araziye götürüyordu. Daha ilk yılında bir kuş kitabı ve bir dürbün almış, o da bir kuş gözlemcisi olmuştu. Bu yılın ilk arazisiydi ve 25 Atlas karesinden birkaçını da kendisinin dolduracağını ümit ediyordu. Yoldan Hülya, Serkan, Behiye ve Esra’yı da aldılar. Türkiye Üreyen Kuşlar Atlası projesini yürüten Doğa Derneği’nin onlara gönderdiği haritayı açtılar ve haritaya göre kuş gözlemcilerini karelere dağıttılar. Aradan birkaç saat geçince topladılar, gözlemlerini formlara işlediler. İki aylık çalışma sonunda Palas Tuzla Gölü’nü çevreleyen 250 km2’lik alanda 99 değişik türde kuşun dağılım haritasını tamamladılar. Bu kuşlardan 9’u Avrupa’da yoğunlaşmış olup tehdit altında, 23’ü yoğunlaşmamış olup tehdit altında olan türlerdi. Bu çalışmaları ile Palas Tuzla Gölü ve civarı hakkındaki bilgilerimiz arttı ve Türkiye Üreyen Kuşlar Atlası’nın tamamlanmasına doğru bir adım daha atılmış oldu. Ne şanslıyız ki Palas Tuzla Gölü’nde hala büyük cılıbıtlar kırmızı göğüslerini gere gere kur yapıyor, Ziya Özarslan dedenin dediği gibi angıtlar hala “ang ang diye dönüp durup horon tepiyor”.

Artık Anadolu sadece batılı seyyahlara kalmadı. Kuşlar da çekmeceleri boylamıyor, sadece ağlara takılıp kalmıyorlar. Doğa Derneği desteğinde ülke sathına yayılmış kuş gözlemcileri yerel halkla beraber etraflarındaki doğal alanlara sahip çıkmaya çalışıyor. Angıtlar, halılara, kilimlere, yazmalara, tabaklara, kupalara işlenmeye devam ediyor. Yerel sivil toplum kuruluşları ve üniversiye kuş gözlem toplulukları bilimsel raporlarla doğal alanlardaki kuşların durumunu ve tehditleri yetkililere bildiriyor ve onları göreve çağırıyor. Anadolu’da angıtların horonuna herkes davetli…

12 Mayıs 2008 Pazartesi

Geç kalmayın!

Yazan: Oya Ayman

Çiftçinin refahını artırmayı hedefleyen ve sürdürülebilir, doğayla dost yöntemleri önerenler ve bunu desteklemek için organik ürün alanlar çılgın olabilir mi?

Siz hiç sendikalaşmanın işçiler arasında bir moda olduğunu düşündünüz mü? Ya da suyu, elektriği tasarruflu kullanmanın bir çılgınlık haline geldiğini söyleyebilir misiniz? Peki biri size aslında tatile hiç ihtiyacınız olmadığını, bunun turizmcilerin para kazanmak için uydurduğu bir aldatmaca olduğunu söylese gülüp geçmez misiniz? Gazete “Sabun kullanma çılgınlığı. Herkes bugünlerde ellerini yıkıyor. Sabunlar çok pahalı, sosyetenin sabunlara ilgisi büyük” diye başlık atsa ne düşünürdünüz?

Bugünlerde bir kesimin dilinde olan, ama benim için yukarıdaki örneklerden pek de farkı olmayan bir moda ya da çılgınlıktan söz edeceğim size. Bu durum “organik çılgınlık” ya da “organik modası” olarak adlandırılıyor. Organik ürünün pahalı ve az bulunur olduğu, sadece moda peşinde koşan “sosyete” tarafından rağbet gördüğü söyleniyor, yazılıyor. Hatta duyduğuma göre bazıları bu “organik çılgınlığı”nı bayağı abartmış!

Bunu söyleyenler, yazanlar ya cahiller, ya da popüler haber peşinde koşuyorlar. Sayfa doldurmak ve sadece gündem yaratmak amacıyla bunu yapıyor olmalılar. Oysa organik ne seçkin ne de çılgın. Üretiminin hiçbir aşamasında canlı ve çevre sağlığına zararlı kimyasalların ve katkı maddesinin kullanılmadığı bir ürünü almak nasıl çılgınlık olabilir ki? Bu ürünlere “organik ürün” denilmesinin nedeni; Tarım Bakanlığı denetimindeki kuruluşların o ürünün doğal yöntemlerle yetiştirildiğini kontrol etmesi ve bu ürünlere biz tüketiciler aldatılmayalım diye organik sertifikası vermesi. Ürünlerin üzerinde bu sertifika ve Tarım Bakanlığı’nın etiketi yer almasa, bazı fırsatçılar ürünlerini doğal, hormonsuz, ari, saf diye sunarak tüketiciyi kandırabilir. Bu nedenle organik ürünün sertifikası bir güvencedir.
“Organik ürün çılgınlığı” çığırtkanlığı yapanlar, asıl çılgınlığın toprağı, suyu kirleten ve sağlığımızı tehdit eden zehirli kimyasallarla yetiştirilen ürünleri yemek olduğunu bilmiyor olmalılar. Birilerinin onları, acil olarak Anadolu’daki tarım alanlarına götürmesi gerekiyor. 1970’li yıllarda kelaynakların birdenbire toplu halde yok olmaya başlamasının nedeninin tarım ilaçları olduğunu öğrenmeleri gerekiyor. Başmakçılı çiftçi Sultan Ersöz’den, geçmişte kullandığı bazı tarım ilaçları yüzünden nasıl zehirlendiğini ve bu yüzden organik tarım yapmaya başladığını dinlemeleri gerekiyor. Ve Dünya Sağlık Örgütü’nün, tarımda kullanılan pestisitlerin astımı nasıl artırdığına ilişkin araştırmalarını bilmeleri gerekiyor. İngiltere’deki New Hempshire Üniversitesi’nin araştımasında belirttiği gibi, organik ürünlerin diğer ürünlerden daha fazla antioksidan içerdiğini ve antioksidanların bağışıklık sistemimiz için nasıl gerekli olduğunu öğrenmeleri gerekiyor.

Sonra da bir kez daha düşünmek gerekiyor: Abartanlar, böceği, yabani otu gördükçe verimi artırmak uğruna ilacı basanlar mı, yoksa sağlığını düşünen bir avuç insan mı?
Organik ürünün pahalı olması ise görece bir yargı. Sertifikasyon işleminin ürün fiyatına yansıması nedeniyle bazı organik ürünlerin diğerlerine oranla biraz daha pahalı olduğu doğru ama bu ürünün satıldığı yere ve ürüne göre değişiyor. Bu artı fiyat birçok şeyin bedeli aynı zamanda. Birincisi sağlığımız her şeyden daha değerlidir. İkincisi toprak ve su kaynakları kirlenir, tükenirse bu ürünleri -bırakın daha pahalıya- hiç bulamayabiliriz. Üçüncüsü bazı organik ürünler diğerleriyle aynı fiyata hatta daha ucuza bulunabilir; dördüncüsü fiyat ile talep ters orantılıdır, talep arttıkça fiyatlar da düşecektir.
Yıllardır organik ürünlerle ilgileniyorum. Bunda benim ve ailemin sağlığı dışında herhangi bir çıkarım yok! Orta halliyim. Gıda alışverişimi cumartesi günleri Şişli’de, Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği’nin organizasyonu ve denetiminde kurulan yüzde 100 Ekolojik Pazar’dan yapabiliyorum. Çünkü para harcamadaki önceliğimi başka tüketim maddeleri ve hizmetler yerine sertifikalı organik ürünlerle beslenmeye veriyorum. Üç kişilik bir aileyiz ve aylık mutfak masrafımız 500 YTL’yi geçmiyor. Ve her hafta Ekolojik Pazar’da alışveriş yaparken sosyete diye tanımlandırılan (bu da tartışılır ama sırası değil) kesimden çok, fotoğrafçı, avukat, öğretmen, işçi, memur, öğrenci, gazeteci, ev hanımı, doktor, esnafa rastlıyoruz.

Normali organiktir
Normal olan, organik olandır. Ve ninelerimizin dedelerimizin kimyasal gübre, ilaç, hormon vermeden yetiştirdiği ürünlerle aynı tat ve lezzette olan bu ürünler, bir lüks tüketim maddesi değil, bizim ihtiyacımız veen doğal hakkımız. Organik ürün alışverişi yapanları “çılgın” ve “abartılı” bulanların, Hindistan’ın Pencap eyaletindeki tarım uygulamaları hakkında bugünlerde sorulan sorulardan haberi olsa, yazmazlardı elbet. Pencap’ta birkaç yıl öncesine kadar, yeni tohum çeşitleri, haşere öldürücüler ve kimyasal gübreler verimi artırdığı için, makineleşmiş, modern tarıma “Yeşil Devrim” demişlerdi. Ama bugün ineklerin yediği yiyeceklerle ürettikleri sütte yüksek düzeyde haşere öldürücü kalıntıları var. Çiftçilerde ise kanser vakaları artıyor. Kansere yakalanmış yaşlı bir çiftçi, BBC’den David Loyn’a, “Buğdayına haşere musallat olmasını önlemek için neredeyse gece gündüz tarlalarına haşere öldürücü sıktığını” anlatıyor. Oysa haşere öldürücü spreylerin kutuları üzerindeki talimatlarda, çiftçilerin ilacı uygularken üzerlerine koruyucu elbise giymeleri ve maske takmaları gerektiği yazıyor. Ama Loyn, buralı çiftçilerin koruyucu elbise giymedikleri gibi, önerilen miktardan çok fazla haşere öldürücü kullandığını yazıyor.

Peki ya Türkiye’de?
Pencap Üniversitesi’nde yapılan bir araştırmada ise kullanılan haşere öldürücü spreylerin kansere yol açtığı sonucuna varılmış. Loyn’un yazdığına gore, Pencaplı çiftçiler, “1970’li yıllarda mahsulün artmasına yol açan tohumları hazırlayan bilim insanlarının şimdi kendilerine yeniden yardım etmesini istiyor ve daha fazla sprey kullanmalarına rağmen mahsulün azalmasından” yakınıyorlarmış.

Tarlaları verimsizleştiren ve insanları hasta eden tarım ilaçlarını, fiyatı petrol fiyatlarıyla rekabet eden suni gübreleri kullanmak, kırsalı desteklemeyen ve kenti cazip kılan, böylece üretenden çok tüketen olmasına neden olan, çiftçiyi ithal tohumlara bağımlı kılan ve yüzyıllardır toprağının alışık olduğu dayanıklı yerel türlerini yetiştirmekten alıkoyan politikalar çılgınlık değil de, çiftçinin refahını artırmayı hedefleyen ve sürdürülebilir, doğayla dost yöntemleri önerenler ve bunu desteklemek için organik ürün alanlar mı çılgın? Karar sizin! Ama lütfen bir an önce karar verin! Yoksa yarın hepimiz için çok geç olabilir.

Radikal Iki'de 11/05/2008 tarihinde yayınlanmıştır.

23 Mart 2008 Pazar

The earth needs our help like never before, environmentalists need to become more active and effective defenders of the environment and peace. I am disturbed as never before to be part of current society. Today they are pushing nuclear energy as a panacea to climate change. One ill cannot substitute for another, and let the dead in peace. The arms race is continuing in the world and war if not active is dormant everywhere. Our economy is out of control consuming nature and the disadvantaged of society, creating environmental disasters and social
upheavals where millions suffer. As a result the planet is cooking to levels where life as we know will not exist, a biological genocide as never seen in history is taking place. Knowing all this one cannot "not do anything"! A relentless struggle awaits those who are disturbed in this total attack on nature and our existence. We have to work together as a community and push for solutions and refuse to be part of what causes all the dementia in society.

Today after 4 weeks working for GREENPEACE Mediterranean I feel like I have the opportunity to continue to work for the environment and for peace and am in the right place to do so. Everyone I have met so far is dedicated and is working hard to make this world a more peaceful place where people can live in harmony with the planet.

Dr. Uygar Özesmi

7 Şubat 2008 Perşembe

Yanan Gezegen Yanan Orman

Küresel iklim değişikliği bu yıl hepimize hissettirdi kendini, gerek azalan su kaynaklarımızla gerekse yanan ormanlarımızla. İTÜ Öğretim Üyelerinden Barış Önol’un yaptığı modelleme çalışmaları iklim değişikliği ile beraber Akdeniz’den Marmara’ya kadar uzanan bölgelerde kuraklığın git gide artacağını gösteriyor. Ege ve Akdeniz bölgeleri sahillerinden İstanbul’a kadar uzanan 12 milyon hektar alan, orman yangınları açısından en riskli bölgeler. İklim değişikliği ile toprak kuruduğunda, nem azaldığında Akdeniz ve Ege bölgesinde ormanlar çıra gibi tutuşmaya hazır. Akdeniz iklim kuşağında orman doğal sebeplerle ve doğal zaman aralıklarında yandığı zaman yangın orman ekosisteminin bir parçası, bir gerek. Küllerin arasından yeniden doğan Zümrüd-i Anka kuşu gibi orman daha da güçlenerek tekrar çıkıp, büyüyerek yeniden hayat buluyor. Ancak yangınlar arasındaki zaman aralığı insanların kastı veya dikkatsizliği ile yandığında zaman aralığı daralıyor. Daralınca orman kendini makiliklere bırakıyor. Şayet kısa zaman aralıkları ile bu makilerde yanarsa o zaman çölleşme başlıyor. Çölleşen alanları Toroslar’da yer yer görmek mümkün.

Ülkemizde orman yangınlarının %94’ü insan kaynaklı sadece % 6’sı doğal sebeplerle çıkıyor. İnsanların kastı ve dikkatsizliği şimdilerde küresel iklim değişikliği ile birleştiğinde kaçınılmaz bir şekilde ormanlar kendilerini makiliklere sonra da çölleşmiş alanlara bırakacak. Bu yıl Temmuz ayı bitmeden, geçmiş 10 yılın yıllık yangın ortalamasının 2 mislinden daha fazla orman yangını çıkmış. Durum bu kadar kötü mü? Tahayyül edebileceğimizden de daha kötü. Çünkü Prof.Dr.Mikdat Kadıoğlu’nun dediğine göre yıllar geçtikçe Ege ve Akdeniz bölgelerinde kış yağmurları da azalacak, dolayısıyla iklim bölgeye özgü yangın sonrası çıkacak filizlerin kendini yenilemesi için gereken yağışları da alamayacak. Çölleşme süreci hortuma kapılmış gibi git gide hızlanacak.

Durum bu kadar kötüyse yapacak bir şeyimiz kalmamış diye kollarımızı havaya atıp bunalıma mı girelim veya yağmur duasından medet mi umalım? Hayır, durum bu kadar kötü, ama umutsuz değil. Hemen yapacak çok işimiz var. Bu tespitlerin ışığında; bilinmelidir ki ülkemiz ormancıları tüm olumsuz koşullara rağmen Akdeniz Bölgesi’nde orman yangınlarına karşı en başarılı mücadeleyi veren teşkilattır. Çevre ve Orman Bakanlığı’nın yangını önleme bütçesi arttırılarak ivedi olarak küresel iklim değişikliği ile beraber artan yangın riskine karşı her yangın çıktığında kriz yönetimi yapmaya kalkmak yerine, risk yönetimi uygulayarak, ulusal, bölgesel ve yerel orman yangınları eylem planları hazırlaması gerekli. Bu planlar katılımcı bir şekilde bütün ilgi sahiplerini işin içine katarak yapılmalı. Bu eylem planları çerçevesinde sürekli olarak en az bir hafta öncesinden yangın çıkabilecek alanlar belirlenmeli ve hazırlık yapılmalı. En öncelikli konu risk yönetimi çerçevesinde orman yangınları eylem planlarının hazırlanması.

TEMA Vakfı’nın önerdiği yangın eylem planları çerçevesinde alınması gereken pek çok önlem var:

Vatandaşların riskli dönemlerde ormanda piknik yapmalarına, anız yakmalarına, ve sigara izmaritlerini atmalarına karşı sivil toplum kuruluşları ile beraber bilinçlendirme kampanyaları yapılmalı ve önlemler alınmalı.

Vatandaşların en küçük bir dumanda veya yangın tehdidi oluşturacak koşulları gördüklerinde “Alo 177” ücretsiz orman yangınları ihbar hattından yetkililere haber vermeleri ve orman yangınlarını söndürmede fiili olarak, sivil savunma teşkilatı altında, sivil toplum kuruluşları içinde görev almaları gerekli.

Orman yangınlarında erken müdahale büyük zararları önler. Bunun için görevli Bakanlık personelinin yanında orman köylülerinin, sivil toplum kuruluşlarının yangın gözetleme çalışmalarına daha aktif katılımda bulunmaları ve halkın gerekli ihbar birimlerine nasıl ulaşacağını öğrenmesi sağlanmalı (Alo 177 Orman Yangın İhbar Hattı, Alo Jandarma 156, Alo Polis 155).

Maalesef Orman Genel Müdürlüğü yangın söndürme işçileri geçici olarak alınmakta ve kısa bir eğitimden geçirilmektedir. Hali hazırda teknik personel ve orman muhafaza memurları azlığı nedeniyle orman yangınlarıyla teknik mücadelede zorlanılmakta. Benzer şekilde orman şefliklerinin koruduğu orman alanları çok büyük olup eylem planlarının uygulanabilmesi için şeflik sayılarının arttırılması gerekli.

Akdeniz bölgesindeki diğer ülkelere bakıldığında bizim kadar orman alanına sahip olmamalarına rağmen bizden 2 misli fazla hava söndürme araçlarına sahip oldukları görülmektedir. Türkiye, 12.000.000 ha civarı orman alanına bu yıl 54 araçla müdahale ederken komşumuz Yunanistan’da 6.500.000 ha ormanda 59 araç hizmet veriyor.

Ormanın belirli yerlerine yanmaya direnç gösteren servi, akasya gibi ağaç türleri dikilmeli. Örneğin; 1994 yılında 4.000 ha ormanın yandığı Gelibolu yangınının bir bölümü servi ağaçları sayesinde durdu.

Orman içindeki tesislerin çevresindeki ağaçlar ve yol kenarlarındaki ağaçların yerden üç metre yüksekliğe kadar budanmış olması da yangına karşı alınabilecek önlemler arasındadır.

En önemli konulardan birisi son yıllarda enerji nakil hatlarının fazlalaşması ve bu hatların orman içerisinden geçmesi nedeniyle de birçok yangın çıkması. Örneğin Bodrum’da yaşanan son yangının ve Konya Karapınar’da büyük emeklerle oluşturulan erozyon kontrol ormanının bir kısmı da enerji nakil hattından dolayı yanmıştır. Bu nedenle enerji nakil hatları planlanırken ormanlık alan dışından planlanmalı. Mümkün olmadığı durumlarda bu hatların, trafoların kontrolleri yangın mevsiminde önce yapılmalı, hattın altındaki alanlar temizlenmelidir.

Dr. Uygar Özesmi

Su için ne yapılmalı?

Tüketici yapıldık. Küreselleşme süreci içinde insanlar bağımsız ve etkin bireyler olarak, hatta sadece birer tüketici olarak görülmeye başlandı. Bireysel seçim ve davranışların ekonomiyi ve dolayısıyla insanın doğa ile etkileşimini belirlediği gibi bir inanış var. Bu çerçevede TEMA Vakfı dahil olmak üzere sivil toplum kuruluşları hatta politikacılar suyu tasarruflu kullanmaya, küresel iklim değişikliğini önlemek üzere bireysel çaba göstermemiz konusunda bize çağrılar yaptılar. Bunun en başarılı örneklerinden biri TEMA’nın “Suyunu boşa harcama” kampanyasıydı. Daha sonra İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin de kampanyaya katılmasıyla ve etkin bir duyuru, afiş ve eğitim filmi desteği ile İstanbul’da evlerde yapılan tasarrufla aylık su kullanımı %10-15 düştü. Yani neredeyse yıllık su kullanımına 2 aylık katkı yapıldı. Bunu vatandaş başardı. Samsun Belediyesi, TAV-Atatürk Havalimanı ve Ankara Halk Otobüsleri gibi kurumlarla da işbirliği çalışmaları başladı. Bütün belediye ve kurumları bu kampanyaya katılmaya davet ediyoruz.

Bu kampanyalar sürerken Istanbul’da şebekeden doğan kayıplar %30 ve Ankara’da %58. “Gelişmiş” ülkelerde bu rakamlar %10’u aşmıyor. Vatandaş üstüne düşeni yaptı. Şimdi artık politikacılardan alışageldiğimiz kemerini sık politikası yerine şebeke kayıplarını düşürecek önlemlerin alınması gerekiyor. Kentler için başka havzalardan koca borularla su çalma yatırımları, daha doğrusu maliyetleri, yerine şebeke kayıplarını önleme projelerine gerçek anlamda yatırım yapmak gerekiyor. Bize su hizmeti sağlaması gereken vergilerimiz doğru yatırımlarla değerleniyor mu? Bu yatırım bilgileri vatandaşın hakkı.

Koca borularla su çalma dedik! Doğa’nın suyu çalınıyor! Doğa’dan çalınan bizim ve çocuklarımızın geleceğinden çalınan. Hiç düşündük mü acaba küresel iklim değişikliği neden var? Tabiat Ana’nın bağrına gömüp bize yaşanır bir iklim sağladığı fosil yakıtları, biz kazdık, deldik çıkardık, yaktık, saldık… şimdi kuraklık olunca dövünüyoruz, duadan medet umuyoruz. Başka havzaların suyunu da büyük kentlere ahtapot kolları gibi döşediğimiz borularla çekersek bunun sonucu ne olacak. Bitkiler, ağaçlar kuruduğunda, göller çekildiğinde, yer altı su rezervleri tükendiğinde çocuklarımız hatta biz ne yapacağız. Koca borularla suyu doğadan çalmak yerine yapılacak başka akılcı yatırımlar yok mu?

Olmaz olur mu! Öncelikle evlerimizde, işyerlerinde, kamu kurumlarında şebekemizi hijyen gerektiren su ve kullanma suyu olarak ayırmamız gerekli. Çatılar yağmur suyu toplayacak şekilde tasarlanmalı ve sarnıçlar veya depolar yapılmalı. Biriken sular kullanma suyu olarak doğru çeşme ve sifonlara akıtılmalı. Şebeke suyu sadece hijyen gerektiren içme ve yemek pişirme gibi kullanımlara harcanmalı. Gelen su bir yanda, giden su diğer yanda. Onun için kanalizasyon şebekesini değiştirerek kirli suyu kentsel arıtmaya gönderirken, banyolarımızdan lavabolarımzdan akan ve deterjanlarla gübrelenen suyu bahçelerde sulama için kullanmalıyız. Gri su sistemleri kurarsak bu suları da ileride kolayca arıtıp kullanma suyu olarak geri dönüştürmemiz mümkün olur. Bunun için gerekli bilgi mühendislerimizde var. Gerekli olan - koca su çalma projeleri yerine - devlet ve belediye teşvikleriyle şebekelerin yenilenmesi, yeni binalarda ise yağmur suyu sistemlerinin ve gri su sistemlerinin zorunlu kılınması.

Evet tasarrufa devam ama bizim esas beklediğimiz artık doğa dostu ve akılcı yatırımlar. Evet tasarrufa devam ama beklediğimiz tasarruf eden teknolojilere yatırım ve teşvik.
Evet tasarrufa devam ama bizim bu teknolojileri alıp kullanabilmemiz için bireye teşvik.
Kemer sıkma politikaları yerine, öngörülü ve akılcı politikalar bekliyoruz.

Dr. Uygar Özesmi

Suyun Geleceği Tarım Politikalarında!

Sene 1982, kayık uçsuz bucaksız sazlıkların arasında mandaların açtığı kanalda ilerlerken, her dönemeçte patırtıyla kuş sürüleri kalkıyor. Sonunda aradığımız balıkçıl üreme kolonisine varıyoruz. Sazlara kurulmuş kolonide yuvalar apartman gibi üst üste kurulmuş. Dört balıkçıl türü yanında, yay gagalı çeltikçi kuşları ve nesli dünyaca tehlike altında olan küçük karabataklar da ürüyor. Üreyen çift sayısını hızlıca belirledikten sonra daha fazla rahatsız etmemek için çekiliyoruz. Burası cennetin dünyadaki görüntüsü… adı Sultansazlığı Kuşcenneti. Ertesi gün kuşcennetinin tuzlu ekosistemi olan Yay Gölü’ne gidiyoruz. 80.000 flamingonun çıkardığı sesten birbirimizi zor duyuyoruz, sayımı tamamlarken bir kaya kartalı süzülüyor. Korkup kalkan flamingolar güneşi kesiyor ve kanatları gökyüzünü kızıla boyuyor.

Sene 2000, kurumuş sazların arasından bir zamanlar mandaların yüzdüğü, şimdi kupkuru kanalda ilerliyorum; tek tük bıyıklı baştankara sesleri duyuyorum. Ne manda, ne balıkçıl var, ne de “sazlığın” nesli tehlike altındaki türlere artık hayrı var. Bu ölü sazlar çölünde göçmüş balıkçıllara diz çöküp ağıt yakıyorum. Bir umutla Yay Gölü’ne gidiyorum. Su serabı beni bir zamanlar göl olan bu tuzlu düzlüklerde git gide içeri çekiyor. Su ne kadar koşsam serapta kalıyor. Tuza bulanmış pembe flamingo tüyleri önünde kuru göl tabanına çöküyorum, yanaklarımdan süzülüp düşen bir damla gözyaşı çatlakların arasında kaybolurken ben de umutsuzluk içinde kayboluyorum.

Sene 2007, kuruyan tek sulak alan Sultansazlığı ve bu sistemin parçası olan Yay Gölü değil, Seyfe Gölü, Akşehir Gölü, Hotamış Sazlığı tamamen kurudu. Tuz Gölü’nde, Ereğli Sazlıkları’nda, hatta Beyşehir ve Meke Gölü’nde sular çekildi. Bilim insanlarının doğanın kendini yenileme kapasitesini aştığımızı söylediği 1980’li yıllarda, İç Anadolu’daki sulama ve drenaj projeleri de hız kazandı. Bu projelerle kapalı havzalara akan suları “boşa akmasın” diye barajlarda tuttuk. Aradan geçen zamanda sudan “ucuz” şekeri üretmek için suyu açık kanallarla taşıdık, şeker pancarlarına saldık. Açık kanallar ve salma sulama ile doğanın hakkını çaldık. Ruhsatsız kuyular açtık. Ruhsatlı olanlarda bile yeraltı sularını yenileme kapasitesinin üstünde kullandık ve yeraltı sularımız çekildi. Göller kurudu, balıkçıllar ve flamingolar terk etti bizi. Biz şehirlerde susuzluk korkusuyla yaşarken fakına bile varmadan doğa susuzluktan kırıldı gitti. Bir kilo buğday için 1000 litre su, bir kilo şeker için 3000 litre su, bir tişört için 7000 litre su harcarken, tarımda ülkemizin temiz su varlığının %75’ini kullandığımızın farkına varmadık. Tüketim toplumuna uygun tüketiciler olarak doğayı tükettik.

Sene 2030, Türkiye’de yaşayan halk ve halkın seçtiği politikacılar 2007 su krizinden önemli dersler aldı. Türkiye Büyük Millet Meclisi hemen oybirliği ile “Su Çerçeve Yasası”nı kabul etti. Su Çerçeve Yasası’nın verdiği öncellikle, Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Yasası kapsamında bütün ülkenin arazi kullanım planlaması yapıldı. Kuru tarıma ve sulu tarıma ayrılacak araziler iklim koşulları da dikkate alınarak belirlendi. Sulu tarım arazilerinde bütün sulama şebekesi kapalı kanallara alındı. Bütün tarlalarda basınçlı sulama sistemleri ile artık damla sulama yapılıyor. Ulusal araştırma kurumları tarafından ülkemizde kuraklığa dayanıklı yerel türler tespit edildi ve az su gerektiren türlere ait tohumlar seçildi ve yaygın olarak yetiştiriliyor. Bütün eğimli arazilerimiz teraslandı toprak erozyonu durdu ve kışın düşen kar yavaş yavaş eriyip bir zamanlar tükettiğimiz yeraltı su akiferlerimizi doldurdu. Küresel iklim değişikliğine rağmen artık su sadece bize değil doğaya da yeter hale geldi. Göllerimiz tekrar doldu, sazlıklarımız yeşerdi. Balıkçıllar kolonilerini kurdu, yavruları yumurtalardan çıktı. Flamingolar tuzlu göllerin üstünde kızıl kanatlarını dalgalandırdı. Yay Gölü’nün sularına mutluluk gözyaşları karıştı.

Dr. Uygar Özesmi

Çölleşme

Çöl-leş-me!

Büyüleyicidir çöl. Uçsuz bucaksız kum tepelerinde insan bir kum tanesi gibi ne kadar küçük olduğunu hisseder. Aynı anda o küçücük kum tanesinde evrenin sırrı gizlidir. O küçük kum taneleri topluca koca Sahra çölünü yaratır. Çöl bir doğal ekosistemdir. Barındırdığı sıcağa ve kuraklığa dayanıklı kendine has bitki ve hayvan türleri ile gezegenimize zenginlik katar. Çölleri ve kumulları korumak gerek.

O zaman niye TEMA Vakfı “Türkiye Çöl Olmasın” diyor? Çünkü Türkiye doğal olarak çöl değil ve biz de Sahra’da yaşamıyoruz. Türkiye’yi akılsızca çöl yapan insanımız ve yanlış hükümet politikaları. Çölleşme dediğimiz olay insan eliyle verimli toprağın kaybedilmesi veya toprağın verimsizleştirilmesi. Ülkemizde çölleşme hızla ilerlerken, TEMA bunun için toprağına sahip çık, Türkiye çöl olmasın diyor.

Çölleşme ile mücadele konusunda uluslararası alanda çalışan en saygın kuruluşlardan biri TEMA Vakfı. Birleşmiş Milletler Çölleşme ile Mücadele Sözleşmesine akredite sivil toplum kuruluşu. Sözleşmeyi imzaya açıldığı Kasım 1994’ten bu yana çok yakından izliyor. Bütün toplantılarına katılıyor, dünyada olanları, bitmeden öğrenip vatana zamanında aktarıyor. Bu yazıyı size BM Çölleşme ile Mücadele Sözleşmesi Taraflar Konferansı’nın gerçekleştiği Palacio de Congresos de Madrid’de hazırlıyorum. Bu sene Türkiye devleti de ilk kez geniş ve yetkin bir kadro ile temsil ediliyor. Küresel iklim değişikliğinin gündeme düşmesi mi, yoksa toprağa verilen önemin artması mi nedeni? Biz ikincisine bağlayalım. Taraflar toplantısında TEMA ile devlet el ele çalışıyor. Beraber geniş katılımlı ve Türkiye’de işbirliklerini ve yaptığımız projelerin başarılarının anlatıldığı bir yan toplantı gerçekleştiriyoruz.

Ancak sözleşme iyi gitmiyor... fakir ülkelerin sözleşmesi olarak da anılan çölleşme sözleşmesi iklim değişikliği sözleşmesinin gölgesinde kaldı. İklim değişikliği sözleşmesi daha çok enerji politikaları ve salımlar üzerinde duruyor. Halbuki iklim değişikliği sonunda bundan en fazla etkilenecek olan fakir ülkeler için kısa vadede uyumdan başka çözüm kalmamış durumda. Tayfunlar kıyıları vurduğunda ve ovalar kuraklıktan kavrulduğunda milyonlarca insan göçe başlayacak... devletler bu problemlerle nasıl başa çıkacak? Sosyal kargaşa ve vahşet dünyayı sarmadan acilen bu koşullarla baş edecek uyum çalışmalarının başlaması ve toprakların korunması gerek. Bu ise yatırım, teknoloji ve bilgi gerektiriyor. Bilgi yerelde var. Ancak teknoloji ve yatırım için “gelişmiş” ülkeler kesenin ağzını açmıyor. Sözleşmenin on yıllık stratejik planı yapılıyor ama etkinliklerin bütçesi muallak. Kapıda sivil toplum kuruluşları pankart açmış: “Etkisiz sözleşme / Sonucu çölleşme.”

Biz şanslıyız. Türkiye artık TİKA (Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi Başkanlığı) ile 22 ayrı ülkeye yardım edecek konuma geldi. Kendi vatanımızı da çölleşme kıskacından kurtaracak bilgiye, teknolojiye ve yatırım gücüne de sahibiz. Şimdi geç kalmadan bunları harekete geçirme zamanı. Hızlı ve doğru yatırımla dağlarımızı taşlarımızı teraslayalım, rüzgar perdeleri kuralım, yamaçları ağaçlandıralım, meralarımızı doğru yönetelim, tarım alanlarımızı ve topraklarımızı koruyalım, iklim değişirse değişsin, Türkiye çöl olmasın!

Dr. Uygar Özesmi

Çevre Politikaları: Sürdürmek mi? Sürünmek mi?

Bütün ekonomimiz öyle veya böyle doğaya bağlı, yediğimiz ekmek, giydiğimiz pamuk topraktan, et ve yün meradaki koyunlardan, içtiğimiz su yağıştan, odun ve kereste ağaçtan, cam, çimento, demir ve diğer madenler kayalardan, petrol ve kömür hakkımız olmayan derinlerden. Doğadan elde ettiğimiz enerji ile işleyerek ürettiğimiz ve kullandığımız her hizmet ve ürün bize doğanın verdikleri... fakat yaptıklarımız genelde çevreye olumsuz etkiler bırakıyor. O zaman doğa ve çevre de her kararımızın bir parçası olmalı. Ülkemizin geleceğini çizen bütün programlar ve politikalar da doğaya dost olmalı.

60. Hükümet Programı’nda bu bütüncül bakış açısının gerekliliği çok güzel ifade edilmiş: “Türkiye’yi biyolojik çeşitliliğin korunduğu, doğal kaynakların sürdürülebilir kalkınma yaklaşımıyla yönetildiği, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkını gözeten bir ülke yapmayı hedefliyoruz.” Ancak daha sonra nedense doğa ve çevre yine bütünden ayrı ele alınmış. Deniyor ki; “Su kaynaklarımızın çok daha verimli bir şekilde kullanılmasına yönelik çalışmalarımız artarak devam edecektir.” Önce bizim suyun kaynak değil varlık olduğunu görmemiz, sonra da amacımızın verimli kullanmak değil, bizim ve doğanın ihtiyaçlarını gözeterek doğaya zarar vermeden kullanmak olması gerekiyor.
Programda deniyor ki: “Bu çerçevede; atıksu, katı atık, tehlikeli atık gibi çevre korumaya yönelik tesislerin yaygınlaşmasını sağlayacağız.” Halbuki yukarıdaki bütüncül bakış açısını benimsediysek başka sorunlar açan bertaraf tesislerini kısa vadede düşünürken orta-uzun vadede; birinin attığının diğerinin hammaddesi olduğu entegre ekolojik sanayiler kuracağız ve atıksız sanayileri geliştireceğiz, demek gerek. Çok sevindirici bir vaad de “Küresel ısınmayla ilgili olarak daha önce başlatılan enerji, ulaştırma, tarım ve sanayi gibi sektörel alandaki çalışmalara ve ağaçlandırmalara kararlılıkla devam” edileceği. Ancak Kyoto Protokolü’nü imzalamadık ve post-Kyoto 2012 oluşumu için ABD bile hazırlık yaparken bizim hazırlığımız yok. Şu ana kadar doğa dostu enerji yatırımları bütün enerji yatırımlarının üstüne çıkmadı, ne karayolu ne de havayolu taşımacılığımız azaldı ne de demiryolları ve toplu taşıma yatırımları karayolları yatırımlarının üstünde. Toprak işlemesiz tarım yapılması, kuraklığa dayanıklı türlerin geliştirilmesi, ve teraslama seferberlikleri de yok. Türkiye’de bir karbon pazarı da oluşmuş değil.

Ne güzel demiş 60. Hükümet; “Ağaçlandırma, erozyonla mücadele ve iyileştirme çalışmalarımızı hızlandıracak, kentlerimizin etrafındaki ‘yeşil kuşak ormancılığı’nı geliştirerek, daha yaşanabilir kentler oluşturulmasına katkıda bulunacağız. Avrupa ülkeleri ile mukayese edildiğinde, önemli üstünlüklerimizden biri olan biyolojik çeşitliliğimizi koruyucu tedbirleri sürdüreceğiz.” Bu arada 2b maddesi konusunda 59. Hükümet tarafından atılan geri adımların yine hortlatıldığı söyleniyor. Oysa 2b orman arazilerinin satışı, yeni bir orman talanının önünü açar. Bu arada ormanlarımızda ve önemli doğa alanlarımızda baraj, taş ocağı, maden, turizm, yollar ve sanayi tesisleri açılıyor. Hani bütüncül ve sürdürülebilir kalkınma ilkelerimiz? Kim sürdürüyor, kim sürülüyor, kim sürünüyor?

Artık halkımız birbiriyle çelişkili ve çevreye zarar veren sektörel programlar yerine bütüncül yaklaşım, ekonominin her alanında çevresel ve doğal göstergeler ve bu göstergelere ilişkin hedefler görmek istiyor.

Dr. Uygar Özesmi

Madencilik: Annemin Kemikleri…

Doğu Karadeniz sahil şeridinde duble yolda ilerlerken acıyla kara sulara karışamayan dik yamaçlara bakakalıyorum. Kıyı kalmamış, kıyıyı yol almış. Bir vadiden içeri giriyorum. Sol yamaçta dev bir çukur. Kayalar patlamış, saçılmış. Alınan kayalarla kıyı doldurulmuş. Yeşil örtünün ortasındaki bu çirkin yaranın içinde, kurumuş kökler, koparılmış sinirler ve damarlar gibi uzanıp kalmış. Wanapum Yerlilerinin ruhani lideri Smohalla’nın sözlerini hatırlıyorum:

“Bana toprağı sür, diyorsun. Bıçağı alıp annemin göğüslerini mi yarayım? O zaman ölünce karnında nasıl huzura ererim…
Bana taş için kaz, diyorsun. Annemin kemikleri için tenini mi kazayım? Öldüğüm zaman nasıl toprağa girerim yeniden doğmak için…
Bana otu kes, saman yap, sat ve beyaz adam gibi zengin ol, diyorsun. Annemin saçlarını nasıl keser, satarım…”

Bakalım, Yeşil Artvin daha ne kadar yeşil kalacak. Dertli herkes… Cerattepe Madeni yıllarca süren hukuk mücadelesine ve kazanılan davalara rağmen yeni Maden Kanunu’na dayamış sırtını, hızla ilerliyor. Bundan iki yıl öncesine kadar Maden Kanunu ve Taş Ocakları Nizamnamesi ile yürütülmekte olan madencilik, taş ve kum ocakları ülkemizin öncelikli çevre problemleri arasında değildi. Ne olduysa Nisan 2004’te kabul edilen yeni Maden Kanunu ile oldu. 57. hükümet döneminde TEMA Vakfı’nın da görüşü ile geri çekilen kanun daha sonra 59. hükümette aynen TBMM’de kabul edildi.

Kanun; orman, muhafaza ormanı, ağaçlandırma alanları, kara avcılığı alanları, özel koruma bölgeleri, milli parklar, tabiat parkları, tabiat anıtı, tabiatı koruma alanı, tarım, mera, sit alanları, su havzaları, kıyı alanları ve sahil şeritleri dahil olmak üzere bütün doğal ve hatta kültürel varlıklarımızda kolaylıkla maden aranmasına ve açılmasına izin verir hale geldi. Temmuz 2004’te Anayasa Mahkemesi’ne götürülen kanunla ilgili dava, aradan -alışılmış sürenin çok üzerinde- üç yıl geçmesine rağmen karara bağlanmadı. TEMA Vakfı ülkenin her yanından gelen bildirimler doğrultusunda yüce mahkemeye bilgi sunmak üzere görev bekliyor.

Kanun çerçevesinde Haziran 2005’te çıkan Madencilik Faaliyetleri İzin Yönetmeliği ise TEMA Vakfı tarafından Danıştay’a dava edildi. Sanıyoruz aradan iki yıl geçmesine rağmen ülkemizde idari eylem ve işlemlerde hukuka aykırılıkla ilgili haddinden fazla dava olduğu için, bu dava da karara bağlanamadı. Üstelik son değişiklikle devletin çeşitli izinler için yanıt sürelerinin de yarıya indirilmesinden sonra bütün denetimler artık sadece usulen yapılır hale geldi. Bunun üzerine TEMA Vakfı bu yıl tekrar bir dava açtı…

Davalar süredursun vatanın her köşesi patlayıcılar ve dozerler altında kan ağlıyor. TEMA Vakfı’na ülkenin her yerinden şikayetler geliyor. Ormanlık köylerine dönmüş emekliler patlama gümbürtüleri ve yer sarsıntıları yüzünden kalp krizi geçirmekten korkuyorlar. Kimse taş ocağı için ormanlarının traşlanmasını hazmedemiyor. Ovadaki çiftçiler patlamalardan sonra kuruyan su kaynaklarına dem vuruyor. Tarlalara su sağlayan ormanların taş ve maden için nasıl olur da yok edildiğini, ağaçlandırma yapılması gerekirken, niye ormanlara taş ocağı açıldığını anlamadıklarını söylüyorlar. Bu arada şehirlerin etrafında kalan yeşil alanlarda taş ve kum ocağı ruhsatları alınıyor. Bu sayede çıkarılan taş ve kumun yerine inşaat artıkları ve molozlar dökülerek çifte kazanç sağlanıyor. Kalan son doğal alanlar da yok ediliyor.

Maden Kanunu’nun mutlaka ve acilen yeniden ele alınması gerek, yoksa halkımız ve Türkiye doğası bu kanunu kaldıramaz. Anadolu’nun kemikleri sızlıyor…

Dr. Uygar Özesmi

Türkiye’de Rüzgar Nereye Esiyor?

Yıl 1993, Los Angeles’a doğru Kaliforniya eyaletinde otoyolda hızla ilerlerken büyülenip arabayı kenara çekiyorum. Dağlar, tepeler sürekli devinim halinde. Ufuk göz alabildiğine rüzgar gülleriyle donatılmış. Rüzgar sürekli esiyor, ülkeyi enerjiyle besliyor. Kyoto Protokolü’nü bugün imzalamayan Amerika Birleşik Devletleri, ta o zamandan rüzgar enerjisini yatırım yapmış. Bugün 3 milyon evin elektrik enerjisi rüzgar santrallerinden karşılanıyor. Hedef elektrik enerjisinin %20’sini rüzgardan sağlamak.

Yıl 1998, İzmir’de bir yenilenebilir enerji sempozyumuna katılıyorum. Büyük bir hevesle Çeşme Germiyan’daki 3, Alaçatı’daki 12 rüzgar gülünü ziyaret ediyoruz. Kaliforniya dağları aklıma düşüyor, yeter mi diye soruyorum? 2000’de de Bozcaada 17 rüzgar gülü daha kuruluyor. Böylece Türkiye’nin kurulu rüzgâr gücü 19 MW’a çıkıyor. Oysa sadece 1999 yılında Almanya’da 1542 MW, İspanya’da 708 MW, ABD’de 800 MW rüzgâr santralı kuruldu. Sadece bu yıl Amerika’da 3000 MW üstünde yeni santral kuruluyor.

Yıl 2006, uçağım Berlin Tegel Havaalanına doğru alçalıyor. Pencereden dışarı bakınca gözlerime inanamıyorum. Verimli tarım arazilerinin kıyılarında göz alabildiğince rüzgar gülleri serpilmiş, kolları dönüp duruyor. İnince konferansta Alman meslektaşlarıma sorup öğreniyorum. Almanya’nın kurulu rüzgar enerjisi kapasitesi 2006 yılı sonu itibariyle 20.621 MW’a çıkmış. Almanya gibi bir sanayi devi hızla enerji bağımlılığını azaltmak ve küresel iklim değişikliğinde Almanya’nın sorumluluğunu azaltmak için etkili ve hızlı politikalar uyguluyor. Toplam kapasitesini her yıl daha da arttırıyor. Hedefi 2030 yılında enerjisinin yüzde 70’ini yenilenebilir enerji kaynaklarından sağlamak, 2050’de ise bu rakamı yüzde 87’ye çıkartmak. Almanya gibi dünya piyasalarında rekabet gücümüzü korumak ve sağlıklı bir çevrede yaşamak istiyorsak acilen benzer politikaları hayata geçirmemiz gerekli.

Küresel iklim değişikliği tehdidi altında yaşadığımız bugünlerde enerji yatırımlarımızın tamamını sera gazı üretmeyen yenilenebilir kaynaklara yöneltmekten başka çaremiz yok. Bunların içinde şu anda en ekonomik ve en kolay uygulanabilir projeler rüzgar santralleri. Elektrik İşleri Etüt İdaresi‘nin tamamladığı Rüzgar Atlası çalışmalarına göre Türkiye‘nin rüzgar potansiyeli 48.000 MW. Bakanlık maalesef 2020 yılında toplamda sadece 3.000 bin MW kurulu güç öngörüyor. Bu Amerika Birleşik Devletleri’nin 1 yılda kurduğundan daha az. Almanya’nın ise şu anda kurulu gücünün yüzde 15’i. Üstelik bizim en az 48.000 MW potansiyelimiz var. Rüzgar enerjisinin küresel iklim değişikliğine katkısı yok ve çevresel etkisi neredeyse sıfır. Bedava esen rüzgarı, yani kendi öz kaynağımızı kullanacağımıza neden dışa bağımlı yatırımlara yöneliyoruz. TEMA Vakfı gönüllüleri başta olmak üzere büyük kamuoyu tepkisi çeken ve en iyimser tahminle 10 yılda tamamlanacak 3 nükleer santralden beklenen 4.500 MW güç için bu kadar uğraşılırken, neden herkesin hayranlıkla seyrettiği ve desteklediği rüzgar santralleri ülkemizi donatmıyor? Ülkemizde yenilik ve atılım rüzgarları nereden esiyor, esen karayel mi, lodos mu yoksa meltem mi? Bırakalım rüzgar gülleri açsın serpilsin, ülkemiz temiz enerjiyle dolsun.

Dr. Uygar Özesmi
Kimin Ormanı Kime Satılıyor?

Ormanlarımızın üstünde dolaşan karabulutlar dağılıp dağılıp toplanıyor. Bu karabulutlar keşke yağmur olsa düşse, yeraltı sularımızı ve derelerimizi suyla doldursa. Maalesef bu karabulutlar, ormanı işgal eden “uyanık” -dilim varmıyor- “vatandaşlar” ve ormanları tehdit eden yasal düzenlemeleri ve girişimleri harekete geçirenler. Ormanlar anayasamızın güvencesiyle bütün vatandaşların adına ve onların yararına devlet tarafından işletiliyor. Bu işletme anlayışında orman sadece bir odun ve kereste kaynağı değil. Bizim adımıza devlet topraklarımızı erozyondan korumak, bize su sağlamak, iklim değişikliğine neden olan karbonu depolamak ve temiz hava vermek, bizim yaşamımızın garantisi olan biyolojik çeşitliliği korumak ve gelecek kuşaklara azalmadan, bozulmadan aktarmak için ormanları korumakla sorumlu. Bizim, çocuklarımızın ve torunlarımızın geleceği için ormanı korumakla görevli olan devlet, maalesef 2/B diye bir sınıfa izin vermiş. Orman Kanunu’nun 2. maddesinin “B” bendi uyarınca, “31.12.1981 tarihinden önce orman vasfını bilim ve fen bakımından kaybettiği”, “tarım ve hayvancılıkta kullanılmasında yarar bulunduğu”, “köy, kasaba ve şehir yapılarının toplu halde bulunduğu” saptanan yerler, ormancılık rejimi dışına çıkarılabiliyor. Oysa, bizim için odun ve keresteden çok daha büyük değeri olan ve üstün kamu yararı için korunması gereken ormanlarımızın 2/B adı altında orman dışına çıkarılmasına izin veren bu yasa maddeleri ve düzenlemeler acilen kaldırılmalı.

Üstün kamu yararı adına 2/B’ye olanak veren yasa maddelerinin ortadan kaldırılması gerekirken ve bu konuda hükümete önemli görevler düşerken, TEMA Vakfı gönüllüleri bu hafta beyninden vurulmuşa dönüyor. Mayıs 2003’den beri TEMA Vakfı’nın da içinde bulunduğu Ormanlarımıza Sahip Çıkalım Birliği’nin önderliğinde süren mücadele ile 2/B orman arazilerinin satılması ihtimali ortadan kalkmışken, 4 yıl sonra satış tekrar gündeme getiriliyor. TEMA Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Çelik Kurtoğlu’nun dediği gibi “2/B arazilerinin satışı aslında vatandaşların tümünün mülkiyet hakkına tecavüzdür. Kamunun yıllardır süregelen kadastro çalışmalarının sonuçlandırılamaması yüzünden uyanık bireylerin orman arazilerini işgal etmeleri ödüllendirilmek istenmektedir. Kamu otoritesi kendi ihmali ile ortaya çıkan durumu temel bir hukuk ihlali ile kapatmak niyetindedir.” İhmal, temel hukuka aykırı bir biçimde “çözülecekse” kanunlara uyan vatandaşların devlete güveni kalır mı? Böylesine bir uygulama anarşi ve talanın vizesidir.

Peki bu fiili durum ne olacak? Ormana kurulmuş, kimi yerde tapusu bile verilmiş, dört kez el değiştirmiş, suyu elektriği getirilmiş “orman içi” kentler, kasabalar ne olacak? Ne olması gerektiği konusunda TEMA Vakfı’nın somut ve uygulanabilir önerileri var: 2/B işgalcilerinden hemen 5 yıl geriye yönelik ecrimisil, yani kamu mallarını fuzuli işgal edenlerden alınan ücret, tahsil edilmeli. Nasıl, 1960’larda kat mülkiyeti ve 1980’lerde devre mülk kavramları medeni hukuka getirildiyse aynı şekilde, satış haricinde ücret karşılığı süreli kullanım mülkiyetleri getirilmelidir.

Ormanlar milletindir, kimin ormanını kime satıyorsunuz?

Dr. Uygar Özesmi

Biyolojik Çeşitlilik: Ailemizi korumak!

Ülkemizi yönetenler yerin altındaki ve üstündeki her şeyi, toprağı, suyu, ormanları, kıyıları, sulakalanları, bozkırları insan için kullanılması gereken kaynaklar olarak görüyor. Sanki biz doğaya ve bütün canlılara hükmediyoruz, onlar bizim kölelerimiz. İstediğimizi yapar, istediğimiz gibi kullanırız. Oysa biz doğanın bir parçası olarak onun bir ferdiyiz. Nasıl aile fertleri birbirini destekler ve korursa biz de üyesi olduğumuz bu büyük aileyi desteklemek ve korumak zorundayız. Varlığımız buna bağlı.

Doğa; toprak, su, hava ve enerji, yani bu dört element ve sayesinde var olan biyolojik çeşitlilikten oluşur. Biyolojik çeşitlilik, insan dahil bütün canlılardan ve canlıların yaşam alanlarının çeşitliliği, birbirleri ve yaşadıkları ortamlarla olan ilişkileri olarak tanımlanır. Biyolojik çeşitlilik, genetik çeşitlilik, tür çeşitliliği, ekosistem çeşitliliği ve aralarındaki işlev ve ilişkiler çeşitliliğini içerir. Örneğin, orman ekosistemi bütün sakinleri yani kuşu, geyiği, porsuğu, böceği, ağacı, çalısı, çiçeği, mantarı ve gözle göremediğimiz canlıları için ev sahipliği yapar; toprağı korur, tutar, akan dereler berrak akar, suları yeraltına depolar, havayı temizler ve iklimi düzenler. Sürdürülebilir bir şekilde işletilirse bize odun olarak enerji ve kereste olarak yapı malzemesi sağlar. Ülkemiz biyolojik çeşitlilik açısından dünyanın en zengin bölgelerinden biri. Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarının kesişim noktasında, başka yerlerde nadiren görülen bir ekosistem çeşitliliğine ve buna bağlı genetik ve tür çeşitliliğine sahip. Vatanımızdaki göl, sulakalan, bozkır ve akarsu ekosistemleri kimi sadece ülkemizde bulunan (endemik) yüz binlerce türe ev sahipliği yapar. Fakat biz her geçen gün ülkemizi ve kendimizi fakirleştiriyoruz.

Artık bu zenginliğimizin talanına dur deme vakti geldi, yoksa çocuklarımıza ve torunlarımıza yaşanır bir vatan değil çölleşmiş fakir bir ülke bırakacağız. Doğal orman ve bozkır ekosistemlerimizin madenlerle delik deşik edilmesine ve ağaç plantasyonlarına dönüştürülmesine; yollarla canlıların geçemeyeceği şekilde parçalanmasına; mera olarak kullanılan bozkırların aşırı otlatılmasına; sulakalanların kurutulmasına, göllerimizin suyunun çekilmesine ve kirletilmesine; akarsularımızın önünün büyük barajlarla kesilmesine; içlerine kanalizasyon ve endüstriyel atık suların boşaltılmasına ve sularının kentin sözde ihtiyaçları için borularla çalınmasına seyirci kalmaya devam edersek biyolojik zenginliğimizi kaybederiz.

Toprak, su, hava, enerji, bitkiler, hayvanlar ve bunları barındırıp düzenleyen ekosistemler toplumumuzun bir parçası. Bunlar bir kaynak değil, bizim gibi haklara sahip birer varlık. İnsan bu toplumun efendisi değil, sadece mütevazı bir ferdi. Bizim görevimiz ise bu ailenin onurunu, düzenini ve güzelliğini korumak.

Dr. Uygar Özesmi
Ormanlarımızı sattırmayız!

Erozyonu önleyen, toprağımızı, suyumuzu koruyan ormanları birileri işgal ediyor. Bizim ormanlarımızı kesip yerine bina dikiyor. Ormanı korumakla görevlendirdiklerimiz bu suça seyirci kalıyor. Anayasa ormanları koruma görevini devlete veriyor. Görevini yapmayanlar “işgal edilen alanlar orman vasfını yitirmiştir” diyerek satmaya kalkıyor. Bizim, kendileri gibi seyirci kalacağımızı sanıyorlarsa yanılıyorlar. TEMA Vakfı olarak milyonlarca destekçimizle ormanlarımıza sahip çıkıyoruz. Bir imzayla ormanları satışa çıkarabileceklerini sananları uyarıyoruz. Bir imzaya karşı, şu anda 360.000’den fazla imza ile destekçilerimiz bu satışa karşı çıkıyor. Yakında bir milyona ulaşacak imzaya karşı kim bir imza atabilir. Milyon vatandaşımızın topraklarımız için haykırışına rağmen ve çığlıklarını duyuramayan milyonlarca canlıya rağmen kim bu satışa onay verebilir?

Bilin ki satmaya kalktığınız ormanlar bizim ormanlarımız. Ormanlarda her vatandaşın hakkı var. Ormanlar erozyonu önleyip toprağımızı koruyor, suyu hasat edip kuraklığı önlüyor. Ormanlar sayesinde içecek ve ürünlerimizi sulayacak suyu buluyoruz. Ormanlarda milyonlarca canlı barınıyor ve bizim kadar onların da hakkı var.

Devletin sorumlu kurumlarından yanıt bekliyoruz. Ormanlarımızı asla satışa çıkarmayacaklarını ilan etmelerini istiyoruz. Devletin sorumlu kurumlarından eylem bekliyoruz. Gerekli yasal tedbirleri aldıklarını görmek istiyoruz.

Cebren ve hile ile ormanlarımızı yok edenleri, toprağımızı elimizden alanları milletimiz affetmez. Geçmişteki gibi, yeniden bu işgalleri affeder, üstüne üstlük işgalcilere ödüllendirir gibi satmaya kalkarsak, ormanlarımızın önümüzdeki yıllarda talan edilmesinin önünü alamayız. Bizim ormanlarımızı çalanları bugün affedersek hangi yüzle “adalet mülkün temelidir” deriz. Adalet istiyoruz, bizim ormanlarımız satılık değil. Ormanlarımızı sattırmayız.

Dr. Uygar Özesmi