Yanan Gezegen Yanan Orman
Küresel iklim değişikliği bu yıl hepimize hissettirdi kendini, gerek azalan su kaynaklarımızla gerekse yanan ormanlarımızla. İTÜ Öğretim Üyelerinden Barış Önol’un yaptığı modelleme çalışmaları iklim değişikliği ile beraber Akdeniz’den Marmara’ya kadar uzanan bölgelerde kuraklığın git gide artacağını gösteriyor. Ege ve Akdeniz bölgeleri sahillerinden İstanbul’a kadar uzanan 12 milyon hektar alan, orman yangınları açısından en riskli bölgeler. İklim değişikliği ile toprak kuruduğunda, nem azaldığında Akdeniz ve Ege bölgesinde ormanlar çıra gibi tutuşmaya hazır. Akdeniz iklim kuşağında orman doğal sebeplerle ve doğal zaman aralıklarında yandığı zaman yangın orman ekosisteminin bir parçası, bir gerek. Küllerin arasından yeniden doğan Zümrüd-i Anka kuşu gibi orman daha da güçlenerek tekrar çıkıp, büyüyerek yeniden hayat buluyor. Ancak yangınlar arasındaki zaman aralığı insanların kastı veya dikkatsizliği ile yandığında zaman aralığı daralıyor. Daralınca orman kendini makiliklere bırakıyor. Şayet kısa zaman aralıkları ile bu makilerde yanarsa o zaman çölleşme başlıyor. Çölleşen alanları Toroslar’da yer yer görmek mümkün.
Ülkemizde orman yangınlarının %94’ü insan kaynaklı sadece % 6’sı doğal sebeplerle çıkıyor. İnsanların kastı ve dikkatsizliği şimdilerde küresel iklim değişikliği ile birleştiğinde kaçınılmaz bir şekilde ormanlar kendilerini makiliklere sonra da çölleşmiş alanlara bırakacak. Bu yıl Temmuz ayı bitmeden, geçmiş 10 yılın yıllık yangın ortalamasının 2 mislinden daha fazla orman yangını çıkmış. Durum bu kadar kötü mü? Tahayyül edebileceğimizden de daha kötü. Çünkü Prof.Dr.Mikdat Kadıoğlu’nun dediğine göre yıllar geçtikçe Ege ve Akdeniz bölgelerinde kış yağmurları da azalacak, dolayısıyla iklim bölgeye özgü yangın sonrası çıkacak filizlerin kendini yenilemesi için gereken yağışları da alamayacak. Çölleşme süreci hortuma kapılmış gibi git gide hızlanacak.
Durum bu kadar kötüyse yapacak bir şeyimiz kalmamış diye kollarımızı havaya atıp bunalıma mı girelim veya yağmur duasından medet mi umalım? Hayır, durum bu kadar kötü, ama umutsuz değil. Hemen yapacak çok işimiz var. Bu tespitlerin ışığında; bilinmelidir ki ülkemiz ormancıları tüm olumsuz koşullara rağmen Akdeniz Bölgesi’nde orman yangınlarına karşı en başarılı mücadeleyi veren teşkilattır. Çevre ve Orman Bakanlığı’nın yangını önleme bütçesi arttırılarak ivedi olarak küresel iklim değişikliği ile beraber artan yangın riskine karşı her yangın çıktığında kriz yönetimi yapmaya kalkmak yerine, risk yönetimi uygulayarak, ulusal, bölgesel ve yerel orman yangınları eylem planları hazırlaması gerekli. Bu planlar katılımcı bir şekilde bütün ilgi sahiplerini işin içine katarak yapılmalı. Bu eylem planları çerçevesinde sürekli olarak en az bir hafta öncesinden yangın çıkabilecek alanlar belirlenmeli ve hazırlık yapılmalı. En öncelikli konu risk yönetimi çerçevesinde orman yangınları eylem planlarının hazırlanması.
TEMA Vakfı’nın önerdiği yangın eylem planları çerçevesinde alınması gereken pek çok önlem var:
Vatandaşların riskli dönemlerde ormanda piknik yapmalarına, anız yakmalarına, ve sigara izmaritlerini atmalarına karşı sivil toplum kuruluşları ile beraber bilinçlendirme kampanyaları yapılmalı ve önlemler alınmalı.
Vatandaşların en küçük bir dumanda veya yangın tehdidi oluşturacak koşulları gördüklerinde “Alo 177” ücretsiz orman yangınları ihbar hattından yetkililere haber vermeleri ve orman yangınlarını söndürmede fiili olarak, sivil savunma teşkilatı altında, sivil toplum kuruluşları içinde görev almaları gerekli.
Orman yangınlarında erken müdahale büyük zararları önler. Bunun için görevli Bakanlık personelinin yanında orman köylülerinin, sivil toplum kuruluşlarının yangın gözetleme çalışmalarına daha aktif katılımda bulunmaları ve halkın gerekli ihbar birimlerine nasıl ulaşacağını öğrenmesi sağlanmalı (Alo 177 Orman Yangın İhbar Hattı, Alo Jandarma 156, Alo Polis 155).
Maalesef Orman Genel Müdürlüğü yangın söndürme işçileri geçici olarak alınmakta ve kısa bir eğitimden geçirilmektedir. Hali hazırda teknik personel ve orman muhafaza memurları azlığı nedeniyle orman yangınlarıyla teknik mücadelede zorlanılmakta. Benzer şekilde orman şefliklerinin koruduğu orman alanları çok büyük olup eylem planlarının uygulanabilmesi için şeflik sayılarının arttırılması gerekli.
Akdeniz bölgesindeki diğer ülkelere bakıldığında bizim kadar orman alanına sahip olmamalarına rağmen bizden 2 misli fazla hava söndürme araçlarına sahip oldukları görülmektedir. Türkiye, 12.000.000 ha civarı orman alanına bu yıl 54 araçla müdahale ederken komşumuz Yunanistan’da 6.500.000 ha ormanda 59 araç hizmet veriyor.
Ormanın belirli yerlerine yanmaya direnç gösteren servi, akasya gibi ağaç türleri dikilmeli. Örneğin; 1994 yılında 4.000 ha ormanın yandığı Gelibolu yangınının bir bölümü servi ağaçları sayesinde durdu.
Orman içindeki tesislerin çevresindeki ağaçlar ve yol kenarlarındaki ağaçların yerden üç metre yüksekliğe kadar budanmış olması da yangına karşı alınabilecek önlemler arasındadır.
En önemli konulardan birisi son yıllarda enerji nakil hatlarının fazlalaşması ve bu hatların orman içerisinden geçmesi nedeniyle de birçok yangın çıkması. Örneğin Bodrum’da yaşanan son yangının ve Konya Karapınar’da büyük emeklerle oluşturulan erozyon kontrol ormanının bir kısmı da enerji nakil hattından dolayı yanmıştır. Bu nedenle enerji nakil hatları planlanırken ormanlık alan dışından planlanmalı. Mümkün olmadığı durumlarda bu hatların, trafoların kontrolleri yangın mevsiminde önce yapılmalı, hattın altındaki alanlar temizlenmelidir.
Dr. Uygar Özesmi
7 Şubat 2008 Perşembe
Su için ne yapılmalı?
Tüketici yapıldık. Küreselleşme süreci içinde insanlar bağımsız ve etkin bireyler olarak, hatta sadece birer tüketici olarak görülmeye başlandı. Bireysel seçim ve davranışların ekonomiyi ve dolayısıyla insanın doğa ile etkileşimini belirlediği gibi bir inanış var. Bu çerçevede TEMA Vakfı dahil olmak üzere sivil toplum kuruluşları hatta politikacılar suyu tasarruflu kullanmaya, küresel iklim değişikliğini önlemek üzere bireysel çaba göstermemiz konusunda bize çağrılar yaptılar. Bunun en başarılı örneklerinden biri TEMA’nın “Suyunu boşa harcama” kampanyasıydı. Daha sonra İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin de kampanyaya katılmasıyla ve etkin bir duyuru, afiş ve eğitim filmi desteği ile İstanbul’da evlerde yapılan tasarrufla aylık su kullanımı %10-15 düştü. Yani neredeyse yıllık su kullanımına 2 aylık katkı yapıldı. Bunu vatandaş başardı. Samsun Belediyesi, TAV-Atatürk Havalimanı ve Ankara Halk Otobüsleri gibi kurumlarla da işbirliği çalışmaları başladı. Bütün belediye ve kurumları bu kampanyaya katılmaya davet ediyoruz.
Bu kampanyalar sürerken Istanbul’da şebekeden doğan kayıplar %30 ve Ankara’da %58. “Gelişmiş” ülkelerde bu rakamlar %10’u aşmıyor. Vatandaş üstüne düşeni yaptı. Şimdi artık politikacılardan alışageldiğimiz kemerini sık politikası yerine şebeke kayıplarını düşürecek önlemlerin alınması gerekiyor. Kentler için başka havzalardan koca borularla su çalma yatırımları, daha doğrusu maliyetleri, yerine şebeke kayıplarını önleme projelerine gerçek anlamda yatırım yapmak gerekiyor. Bize su hizmeti sağlaması gereken vergilerimiz doğru yatırımlarla değerleniyor mu? Bu yatırım bilgileri vatandaşın hakkı.
Koca borularla su çalma dedik! Doğa’nın suyu çalınıyor! Doğa’dan çalınan bizim ve çocuklarımızın geleceğinden çalınan. Hiç düşündük mü acaba küresel iklim değişikliği neden var? Tabiat Ana’nın bağrına gömüp bize yaşanır bir iklim sağladığı fosil yakıtları, biz kazdık, deldik çıkardık, yaktık, saldık… şimdi kuraklık olunca dövünüyoruz, duadan medet umuyoruz. Başka havzaların suyunu da büyük kentlere ahtapot kolları gibi döşediğimiz borularla çekersek bunun sonucu ne olacak. Bitkiler, ağaçlar kuruduğunda, göller çekildiğinde, yer altı su rezervleri tükendiğinde çocuklarımız hatta biz ne yapacağız. Koca borularla suyu doğadan çalmak yerine yapılacak başka akılcı yatırımlar yok mu?
Olmaz olur mu! Öncelikle evlerimizde, işyerlerinde, kamu kurumlarında şebekemizi hijyen gerektiren su ve kullanma suyu olarak ayırmamız gerekli. Çatılar yağmur suyu toplayacak şekilde tasarlanmalı ve sarnıçlar veya depolar yapılmalı. Biriken sular kullanma suyu olarak doğru çeşme ve sifonlara akıtılmalı. Şebeke suyu sadece hijyen gerektiren içme ve yemek pişirme gibi kullanımlara harcanmalı. Gelen su bir yanda, giden su diğer yanda. Onun için kanalizasyon şebekesini değiştirerek kirli suyu kentsel arıtmaya gönderirken, banyolarımızdan lavabolarımzdan akan ve deterjanlarla gübrelenen suyu bahçelerde sulama için kullanmalıyız. Gri su sistemleri kurarsak bu suları da ileride kolayca arıtıp kullanma suyu olarak geri dönüştürmemiz mümkün olur. Bunun için gerekli bilgi mühendislerimizde var. Gerekli olan - koca su çalma projeleri yerine - devlet ve belediye teşvikleriyle şebekelerin yenilenmesi, yeni binalarda ise yağmur suyu sistemlerinin ve gri su sistemlerinin zorunlu kılınması.
Evet tasarrufa devam ama bizim esas beklediğimiz artık doğa dostu ve akılcı yatırımlar. Evet tasarrufa devam ama beklediğimiz tasarruf eden teknolojilere yatırım ve teşvik.
Evet tasarrufa devam ama bizim bu teknolojileri alıp kullanabilmemiz için bireye teşvik.
Kemer sıkma politikaları yerine, öngörülü ve akılcı politikalar bekliyoruz.
Dr. Uygar Özesmi
Bu kampanyalar sürerken Istanbul’da şebekeden doğan kayıplar %30 ve Ankara’da %58. “Gelişmiş” ülkelerde bu rakamlar %10’u aşmıyor. Vatandaş üstüne düşeni yaptı. Şimdi artık politikacılardan alışageldiğimiz kemerini sık politikası yerine şebeke kayıplarını düşürecek önlemlerin alınması gerekiyor. Kentler için başka havzalardan koca borularla su çalma yatırımları, daha doğrusu maliyetleri, yerine şebeke kayıplarını önleme projelerine gerçek anlamda yatırım yapmak gerekiyor. Bize su hizmeti sağlaması gereken vergilerimiz doğru yatırımlarla değerleniyor mu? Bu yatırım bilgileri vatandaşın hakkı.
Koca borularla su çalma dedik! Doğa’nın suyu çalınıyor! Doğa’dan çalınan bizim ve çocuklarımızın geleceğinden çalınan. Hiç düşündük mü acaba küresel iklim değişikliği neden var? Tabiat Ana’nın bağrına gömüp bize yaşanır bir iklim sağladığı fosil yakıtları, biz kazdık, deldik çıkardık, yaktık, saldık… şimdi kuraklık olunca dövünüyoruz, duadan medet umuyoruz. Başka havzaların suyunu da büyük kentlere ahtapot kolları gibi döşediğimiz borularla çekersek bunun sonucu ne olacak. Bitkiler, ağaçlar kuruduğunda, göller çekildiğinde, yer altı su rezervleri tükendiğinde çocuklarımız hatta biz ne yapacağız. Koca borularla suyu doğadan çalmak yerine yapılacak başka akılcı yatırımlar yok mu?
Olmaz olur mu! Öncelikle evlerimizde, işyerlerinde, kamu kurumlarında şebekemizi hijyen gerektiren su ve kullanma suyu olarak ayırmamız gerekli. Çatılar yağmur suyu toplayacak şekilde tasarlanmalı ve sarnıçlar veya depolar yapılmalı. Biriken sular kullanma suyu olarak doğru çeşme ve sifonlara akıtılmalı. Şebeke suyu sadece hijyen gerektiren içme ve yemek pişirme gibi kullanımlara harcanmalı. Gelen su bir yanda, giden su diğer yanda. Onun için kanalizasyon şebekesini değiştirerek kirli suyu kentsel arıtmaya gönderirken, banyolarımızdan lavabolarımzdan akan ve deterjanlarla gübrelenen suyu bahçelerde sulama için kullanmalıyız. Gri su sistemleri kurarsak bu suları da ileride kolayca arıtıp kullanma suyu olarak geri dönüştürmemiz mümkün olur. Bunun için gerekli bilgi mühendislerimizde var. Gerekli olan - koca su çalma projeleri yerine - devlet ve belediye teşvikleriyle şebekelerin yenilenmesi, yeni binalarda ise yağmur suyu sistemlerinin ve gri su sistemlerinin zorunlu kılınması.
Evet tasarrufa devam ama bizim esas beklediğimiz artık doğa dostu ve akılcı yatırımlar. Evet tasarrufa devam ama beklediğimiz tasarruf eden teknolojilere yatırım ve teşvik.
Evet tasarrufa devam ama bizim bu teknolojileri alıp kullanabilmemiz için bireye teşvik.
Kemer sıkma politikaları yerine, öngörülü ve akılcı politikalar bekliyoruz.
Dr. Uygar Özesmi
Suyun Geleceği Tarım Politikalarında!
Sene 1982, kayık uçsuz bucaksız sazlıkların arasında mandaların açtığı kanalda ilerlerken, her dönemeçte patırtıyla kuş sürüleri kalkıyor. Sonunda aradığımız balıkçıl üreme kolonisine varıyoruz. Sazlara kurulmuş kolonide yuvalar apartman gibi üst üste kurulmuş. Dört balıkçıl türü yanında, yay gagalı çeltikçi kuşları ve nesli dünyaca tehlike altında olan küçük karabataklar da ürüyor. Üreyen çift sayısını hızlıca belirledikten sonra daha fazla rahatsız etmemek için çekiliyoruz. Burası cennetin dünyadaki görüntüsü… adı Sultansazlığı Kuşcenneti. Ertesi gün kuşcennetinin tuzlu ekosistemi olan Yay Gölü’ne gidiyoruz. 80.000 flamingonun çıkardığı sesten birbirimizi zor duyuyoruz, sayımı tamamlarken bir kaya kartalı süzülüyor. Korkup kalkan flamingolar güneşi kesiyor ve kanatları gökyüzünü kızıla boyuyor.
Sene 2000, kurumuş sazların arasından bir zamanlar mandaların yüzdüğü, şimdi kupkuru kanalda ilerliyorum; tek tük bıyıklı baştankara sesleri duyuyorum. Ne manda, ne balıkçıl var, ne de “sazlığın” nesli tehlike altındaki türlere artık hayrı var. Bu ölü sazlar çölünde göçmüş balıkçıllara diz çöküp ağıt yakıyorum. Bir umutla Yay Gölü’ne gidiyorum. Su serabı beni bir zamanlar göl olan bu tuzlu düzlüklerde git gide içeri çekiyor. Su ne kadar koşsam serapta kalıyor. Tuza bulanmış pembe flamingo tüyleri önünde kuru göl tabanına çöküyorum, yanaklarımdan süzülüp düşen bir damla gözyaşı çatlakların arasında kaybolurken ben de umutsuzluk içinde kayboluyorum.
Sene 2007, kuruyan tek sulak alan Sultansazlığı ve bu sistemin parçası olan Yay Gölü değil, Seyfe Gölü, Akşehir Gölü, Hotamış Sazlığı tamamen kurudu. Tuz Gölü’nde, Ereğli Sazlıkları’nda, hatta Beyşehir ve Meke Gölü’nde sular çekildi. Bilim insanlarının doğanın kendini yenileme kapasitesini aştığımızı söylediği 1980’li yıllarda, İç Anadolu’daki sulama ve drenaj projeleri de hız kazandı. Bu projelerle kapalı havzalara akan suları “boşa akmasın” diye barajlarda tuttuk. Aradan geçen zamanda sudan “ucuz” şekeri üretmek için suyu açık kanallarla taşıdık, şeker pancarlarına saldık. Açık kanallar ve salma sulama ile doğanın hakkını çaldık. Ruhsatsız kuyular açtık. Ruhsatlı olanlarda bile yeraltı sularını yenileme kapasitesinin üstünde kullandık ve yeraltı sularımız çekildi. Göller kurudu, balıkçıllar ve flamingolar terk etti bizi. Biz şehirlerde susuzluk korkusuyla yaşarken fakına bile varmadan doğa susuzluktan kırıldı gitti. Bir kilo buğday için 1000 litre su, bir kilo şeker için 3000 litre su, bir tişört için 7000 litre su harcarken, tarımda ülkemizin temiz su varlığının %75’ini kullandığımızın farkına varmadık. Tüketim toplumuna uygun tüketiciler olarak doğayı tükettik.
Sene 2030, Türkiye’de yaşayan halk ve halkın seçtiği politikacılar 2007 su krizinden önemli dersler aldı. Türkiye Büyük Millet Meclisi hemen oybirliği ile “Su Çerçeve Yasası”nı kabul etti. Su Çerçeve Yasası’nın verdiği öncellikle, Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Yasası kapsamında bütün ülkenin arazi kullanım planlaması yapıldı. Kuru tarıma ve sulu tarıma ayrılacak araziler iklim koşulları da dikkate alınarak belirlendi. Sulu tarım arazilerinde bütün sulama şebekesi kapalı kanallara alındı. Bütün tarlalarda basınçlı sulama sistemleri ile artık damla sulama yapılıyor. Ulusal araştırma kurumları tarafından ülkemizde kuraklığa dayanıklı yerel türler tespit edildi ve az su gerektiren türlere ait tohumlar seçildi ve yaygın olarak yetiştiriliyor. Bütün eğimli arazilerimiz teraslandı toprak erozyonu durdu ve kışın düşen kar yavaş yavaş eriyip bir zamanlar tükettiğimiz yeraltı su akiferlerimizi doldurdu. Küresel iklim değişikliğine rağmen artık su sadece bize değil doğaya da yeter hale geldi. Göllerimiz tekrar doldu, sazlıklarımız yeşerdi. Balıkçıllar kolonilerini kurdu, yavruları yumurtalardan çıktı. Flamingolar tuzlu göllerin üstünde kızıl kanatlarını dalgalandırdı. Yay Gölü’nün sularına mutluluk gözyaşları karıştı.
Dr. Uygar Özesmi
Sene 2000, kurumuş sazların arasından bir zamanlar mandaların yüzdüğü, şimdi kupkuru kanalda ilerliyorum; tek tük bıyıklı baştankara sesleri duyuyorum. Ne manda, ne balıkçıl var, ne de “sazlığın” nesli tehlike altındaki türlere artık hayrı var. Bu ölü sazlar çölünde göçmüş balıkçıllara diz çöküp ağıt yakıyorum. Bir umutla Yay Gölü’ne gidiyorum. Su serabı beni bir zamanlar göl olan bu tuzlu düzlüklerde git gide içeri çekiyor. Su ne kadar koşsam serapta kalıyor. Tuza bulanmış pembe flamingo tüyleri önünde kuru göl tabanına çöküyorum, yanaklarımdan süzülüp düşen bir damla gözyaşı çatlakların arasında kaybolurken ben de umutsuzluk içinde kayboluyorum.
Sene 2007, kuruyan tek sulak alan Sultansazlığı ve bu sistemin parçası olan Yay Gölü değil, Seyfe Gölü, Akşehir Gölü, Hotamış Sazlığı tamamen kurudu. Tuz Gölü’nde, Ereğli Sazlıkları’nda, hatta Beyşehir ve Meke Gölü’nde sular çekildi. Bilim insanlarının doğanın kendini yenileme kapasitesini aştığımızı söylediği 1980’li yıllarda, İç Anadolu’daki sulama ve drenaj projeleri de hız kazandı. Bu projelerle kapalı havzalara akan suları “boşa akmasın” diye barajlarda tuttuk. Aradan geçen zamanda sudan “ucuz” şekeri üretmek için suyu açık kanallarla taşıdık, şeker pancarlarına saldık. Açık kanallar ve salma sulama ile doğanın hakkını çaldık. Ruhsatsız kuyular açtık. Ruhsatlı olanlarda bile yeraltı sularını yenileme kapasitesinin üstünde kullandık ve yeraltı sularımız çekildi. Göller kurudu, balıkçıllar ve flamingolar terk etti bizi. Biz şehirlerde susuzluk korkusuyla yaşarken fakına bile varmadan doğa susuzluktan kırıldı gitti. Bir kilo buğday için 1000 litre su, bir kilo şeker için 3000 litre su, bir tişört için 7000 litre su harcarken, tarımda ülkemizin temiz su varlığının %75’ini kullandığımızın farkına varmadık. Tüketim toplumuna uygun tüketiciler olarak doğayı tükettik.
Sene 2030, Türkiye’de yaşayan halk ve halkın seçtiği politikacılar 2007 su krizinden önemli dersler aldı. Türkiye Büyük Millet Meclisi hemen oybirliği ile “Su Çerçeve Yasası”nı kabul etti. Su Çerçeve Yasası’nın verdiği öncellikle, Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Yasası kapsamında bütün ülkenin arazi kullanım planlaması yapıldı. Kuru tarıma ve sulu tarıma ayrılacak araziler iklim koşulları da dikkate alınarak belirlendi. Sulu tarım arazilerinde bütün sulama şebekesi kapalı kanallara alındı. Bütün tarlalarda basınçlı sulama sistemleri ile artık damla sulama yapılıyor. Ulusal araştırma kurumları tarafından ülkemizde kuraklığa dayanıklı yerel türler tespit edildi ve az su gerektiren türlere ait tohumlar seçildi ve yaygın olarak yetiştiriliyor. Bütün eğimli arazilerimiz teraslandı toprak erozyonu durdu ve kışın düşen kar yavaş yavaş eriyip bir zamanlar tükettiğimiz yeraltı su akiferlerimizi doldurdu. Küresel iklim değişikliğine rağmen artık su sadece bize değil doğaya da yeter hale geldi. Göllerimiz tekrar doldu, sazlıklarımız yeşerdi. Balıkçıllar kolonilerini kurdu, yavruları yumurtalardan çıktı. Flamingolar tuzlu göllerin üstünde kızıl kanatlarını dalgalandırdı. Yay Gölü’nün sularına mutluluk gözyaşları karıştı.
Dr. Uygar Özesmi
Çölleşme
Çöl-leş-me!
Büyüleyicidir çöl. Uçsuz bucaksız kum tepelerinde insan bir kum tanesi gibi ne kadar küçük olduğunu hisseder. Aynı anda o küçücük kum tanesinde evrenin sırrı gizlidir. O küçük kum taneleri topluca koca Sahra çölünü yaratır. Çöl bir doğal ekosistemdir. Barındırdığı sıcağa ve kuraklığa dayanıklı kendine has bitki ve hayvan türleri ile gezegenimize zenginlik katar. Çölleri ve kumulları korumak gerek.
O zaman niye TEMA Vakfı “Türkiye Çöl Olmasın” diyor? Çünkü Türkiye doğal olarak çöl değil ve biz de Sahra’da yaşamıyoruz. Türkiye’yi akılsızca çöl yapan insanımız ve yanlış hükümet politikaları. Çölleşme dediğimiz olay insan eliyle verimli toprağın kaybedilmesi veya toprağın verimsizleştirilmesi. Ülkemizde çölleşme hızla ilerlerken, TEMA bunun için toprağına sahip çık, Türkiye çöl olmasın diyor.
Çölleşme ile mücadele konusunda uluslararası alanda çalışan en saygın kuruluşlardan biri TEMA Vakfı. Birleşmiş Milletler Çölleşme ile Mücadele Sözleşmesine akredite sivil toplum kuruluşu. Sözleşmeyi imzaya açıldığı Kasım 1994’ten bu yana çok yakından izliyor. Bütün toplantılarına katılıyor, dünyada olanları, bitmeden öğrenip vatana zamanında aktarıyor. Bu yazıyı size BM Çölleşme ile Mücadele Sözleşmesi Taraflar Konferansı’nın gerçekleştiği Palacio de Congresos de Madrid’de hazırlıyorum. Bu sene Türkiye devleti de ilk kez geniş ve yetkin bir kadro ile temsil ediliyor. Küresel iklim değişikliğinin gündeme düşmesi mi, yoksa toprağa verilen önemin artması mi nedeni? Biz ikincisine bağlayalım. Taraflar toplantısında TEMA ile devlet el ele çalışıyor. Beraber geniş katılımlı ve Türkiye’de işbirliklerini ve yaptığımız projelerin başarılarının anlatıldığı bir yan toplantı gerçekleştiriyoruz.
Ancak sözleşme iyi gitmiyor... fakir ülkelerin sözleşmesi olarak da anılan çölleşme sözleşmesi iklim değişikliği sözleşmesinin gölgesinde kaldı. İklim değişikliği sözleşmesi daha çok enerji politikaları ve salımlar üzerinde duruyor. Halbuki iklim değişikliği sonunda bundan en fazla etkilenecek olan fakir ülkeler için kısa vadede uyumdan başka çözüm kalmamış durumda. Tayfunlar kıyıları vurduğunda ve ovalar kuraklıktan kavrulduğunda milyonlarca insan göçe başlayacak... devletler bu problemlerle nasıl başa çıkacak? Sosyal kargaşa ve vahşet dünyayı sarmadan acilen bu koşullarla baş edecek uyum çalışmalarının başlaması ve toprakların korunması gerek. Bu ise yatırım, teknoloji ve bilgi gerektiriyor. Bilgi yerelde var. Ancak teknoloji ve yatırım için “gelişmiş” ülkeler kesenin ağzını açmıyor. Sözleşmenin on yıllık stratejik planı yapılıyor ama etkinliklerin bütçesi muallak. Kapıda sivil toplum kuruluşları pankart açmış: “Etkisiz sözleşme / Sonucu çölleşme.”
Biz şanslıyız. Türkiye artık TİKA (Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi Başkanlığı) ile 22 ayrı ülkeye yardım edecek konuma geldi. Kendi vatanımızı da çölleşme kıskacından kurtaracak bilgiye, teknolojiye ve yatırım gücüne de sahibiz. Şimdi geç kalmadan bunları harekete geçirme zamanı. Hızlı ve doğru yatırımla dağlarımızı taşlarımızı teraslayalım, rüzgar perdeleri kuralım, yamaçları ağaçlandıralım, meralarımızı doğru yönetelim, tarım alanlarımızı ve topraklarımızı koruyalım, iklim değişirse değişsin, Türkiye çöl olmasın!
Dr. Uygar Özesmi
Büyüleyicidir çöl. Uçsuz bucaksız kum tepelerinde insan bir kum tanesi gibi ne kadar küçük olduğunu hisseder. Aynı anda o küçücük kum tanesinde evrenin sırrı gizlidir. O küçük kum taneleri topluca koca Sahra çölünü yaratır. Çöl bir doğal ekosistemdir. Barındırdığı sıcağa ve kuraklığa dayanıklı kendine has bitki ve hayvan türleri ile gezegenimize zenginlik katar. Çölleri ve kumulları korumak gerek.
O zaman niye TEMA Vakfı “Türkiye Çöl Olmasın” diyor? Çünkü Türkiye doğal olarak çöl değil ve biz de Sahra’da yaşamıyoruz. Türkiye’yi akılsızca çöl yapan insanımız ve yanlış hükümet politikaları. Çölleşme dediğimiz olay insan eliyle verimli toprağın kaybedilmesi veya toprağın verimsizleştirilmesi. Ülkemizde çölleşme hızla ilerlerken, TEMA bunun için toprağına sahip çık, Türkiye çöl olmasın diyor.
Çölleşme ile mücadele konusunda uluslararası alanda çalışan en saygın kuruluşlardan biri TEMA Vakfı. Birleşmiş Milletler Çölleşme ile Mücadele Sözleşmesine akredite sivil toplum kuruluşu. Sözleşmeyi imzaya açıldığı Kasım 1994’ten bu yana çok yakından izliyor. Bütün toplantılarına katılıyor, dünyada olanları, bitmeden öğrenip vatana zamanında aktarıyor. Bu yazıyı size BM Çölleşme ile Mücadele Sözleşmesi Taraflar Konferansı’nın gerçekleştiği Palacio de Congresos de Madrid’de hazırlıyorum. Bu sene Türkiye devleti de ilk kez geniş ve yetkin bir kadro ile temsil ediliyor. Küresel iklim değişikliğinin gündeme düşmesi mi, yoksa toprağa verilen önemin artması mi nedeni? Biz ikincisine bağlayalım. Taraflar toplantısında TEMA ile devlet el ele çalışıyor. Beraber geniş katılımlı ve Türkiye’de işbirliklerini ve yaptığımız projelerin başarılarının anlatıldığı bir yan toplantı gerçekleştiriyoruz.
Ancak sözleşme iyi gitmiyor... fakir ülkelerin sözleşmesi olarak da anılan çölleşme sözleşmesi iklim değişikliği sözleşmesinin gölgesinde kaldı. İklim değişikliği sözleşmesi daha çok enerji politikaları ve salımlar üzerinde duruyor. Halbuki iklim değişikliği sonunda bundan en fazla etkilenecek olan fakir ülkeler için kısa vadede uyumdan başka çözüm kalmamış durumda. Tayfunlar kıyıları vurduğunda ve ovalar kuraklıktan kavrulduğunda milyonlarca insan göçe başlayacak... devletler bu problemlerle nasıl başa çıkacak? Sosyal kargaşa ve vahşet dünyayı sarmadan acilen bu koşullarla baş edecek uyum çalışmalarının başlaması ve toprakların korunması gerek. Bu ise yatırım, teknoloji ve bilgi gerektiriyor. Bilgi yerelde var. Ancak teknoloji ve yatırım için “gelişmiş” ülkeler kesenin ağzını açmıyor. Sözleşmenin on yıllık stratejik planı yapılıyor ama etkinliklerin bütçesi muallak. Kapıda sivil toplum kuruluşları pankart açmış: “Etkisiz sözleşme / Sonucu çölleşme.”
Biz şanslıyız. Türkiye artık TİKA (Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi Başkanlığı) ile 22 ayrı ülkeye yardım edecek konuma geldi. Kendi vatanımızı da çölleşme kıskacından kurtaracak bilgiye, teknolojiye ve yatırım gücüne de sahibiz. Şimdi geç kalmadan bunları harekete geçirme zamanı. Hızlı ve doğru yatırımla dağlarımızı taşlarımızı teraslayalım, rüzgar perdeleri kuralım, yamaçları ağaçlandıralım, meralarımızı doğru yönetelim, tarım alanlarımızı ve topraklarımızı koruyalım, iklim değişirse değişsin, Türkiye çöl olmasın!
Dr. Uygar Özesmi
Çevre Politikaları: Sürdürmek mi? Sürünmek mi?
Bütün ekonomimiz öyle veya böyle doğaya bağlı, yediğimiz ekmek, giydiğimiz pamuk topraktan, et ve yün meradaki koyunlardan, içtiğimiz su yağıştan, odun ve kereste ağaçtan, cam, çimento, demir ve diğer madenler kayalardan, petrol ve kömür hakkımız olmayan derinlerden. Doğadan elde ettiğimiz enerji ile işleyerek ürettiğimiz ve kullandığımız her hizmet ve ürün bize doğanın verdikleri... fakat yaptıklarımız genelde çevreye olumsuz etkiler bırakıyor. O zaman doğa ve çevre de her kararımızın bir parçası olmalı. Ülkemizin geleceğini çizen bütün programlar ve politikalar da doğaya dost olmalı.
60. Hükümet Programı’nda bu bütüncül bakış açısının gerekliliği çok güzel ifade edilmiş: “Türkiye’yi biyolojik çeşitliliğin korunduğu, doğal kaynakların sürdürülebilir kalkınma yaklaşımıyla yönetildiği, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkını gözeten bir ülke yapmayı hedefliyoruz.” Ancak daha sonra nedense doğa ve çevre yine bütünden ayrı ele alınmış. Deniyor ki; “Su kaynaklarımızın çok daha verimli bir şekilde kullanılmasına yönelik çalışmalarımız artarak devam edecektir.” Önce bizim suyun kaynak değil varlık olduğunu görmemiz, sonra da amacımızın verimli kullanmak değil, bizim ve doğanın ihtiyaçlarını gözeterek doğaya zarar vermeden kullanmak olması gerekiyor.
Programda deniyor ki: “Bu çerçevede; atıksu, katı atık, tehlikeli atık gibi çevre korumaya yönelik tesislerin yaygınlaşmasını sağlayacağız.” Halbuki yukarıdaki bütüncül bakış açısını benimsediysek başka sorunlar açan bertaraf tesislerini kısa vadede düşünürken orta-uzun vadede; birinin attığının diğerinin hammaddesi olduğu entegre ekolojik sanayiler kuracağız ve atıksız sanayileri geliştireceğiz, demek gerek. Çok sevindirici bir vaad de “Küresel ısınmayla ilgili olarak daha önce başlatılan enerji, ulaştırma, tarım ve sanayi gibi sektörel alandaki çalışmalara ve ağaçlandırmalara kararlılıkla devam” edileceği. Ancak Kyoto Protokolü’nü imzalamadık ve post-Kyoto 2012 oluşumu için ABD bile hazırlık yaparken bizim hazırlığımız yok. Şu ana kadar doğa dostu enerji yatırımları bütün enerji yatırımlarının üstüne çıkmadı, ne karayolu ne de havayolu taşımacılığımız azaldı ne de demiryolları ve toplu taşıma yatırımları karayolları yatırımlarının üstünde. Toprak işlemesiz tarım yapılması, kuraklığa dayanıklı türlerin geliştirilmesi, ve teraslama seferberlikleri de yok. Türkiye’de bir karbon pazarı da oluşmuş değil.
Ne güzel demiş 60. Hükümet; “Ağaçlandırma, erozyonla mücadele ve iyileştirme çalışmalarımızı hızlandıracak, kentlerimizin etrafındaki ‘yeşil kuşak ormancılığı’nı geliştirerek, daha yaşanabilir kentler oluşturulmasına katkıda bulunacağız. Avrupa ülkeleri ile mukayese edildiğinde, önemli üstünlüklerimizden biri olan biyolojik çeşitliliğimizi koruyucu tedbirleri sürdüreceğiz.” Bu arada 2b maddesi konusunda 59. Hükümet tarafından atılan geri adımların yine hortlatıldığı söyleniyor. Oysa 2b orman arazilerinin satışı, yeni bir orman talanının önünü açar. Bu arada ormanlarımızda ve önemli doğa alanlarımızda baraj, taş ocağı, maden, turizm, yollar ve sanayi tesisleri açılıyor. Hani bütüncül ve sürdürülebilir kalkınma ilkelerimiz? Kim sürdürüyor, kim sürülüyor, kim sürünüyor?
Artık halkımız birbiriyle çelişkili ve çevreye zarar veren sektörel programlar yerine bütüncül yaklaşım, ekonominin her alanında çevresel ve doğal göstergeler ve bu göstergelere ilişkin hedefler görmek istiyor.
Dr. Uygar Özesmi
60. Hükümet Programı’nda bu bütüncül bakış açısının gerekliliği çok güzel ifade edilmiş: “Türkiye’yi biyolojik çeşitliliğin korunduğu, doğal kaynakların sürdürülebilir kalkınma yaklaşımıyla yönetildiği, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkını gözeten bir ülke yapmayı hedefliyoruz.” Ancak daha sonra nedense doğa ve çevre yine bütünden ayrı ele alınmış. Deniyor ki; “Su kaynaklarımızın çok daha verimli bir şekilde kullanılmasına yönelik çalışmalarımız artarak devam edecektir.” Önce bizim suyun kaynak değil varlık olduğunu görmemiz, sonra da amacımızın verimli kullanmak değil, bizim ve doğanın ihtiyaçlarını gözeterek doğaya zarar vermeden kullanmak olması gerekiyor.
Programda deniyor ki: “Bu çerçevede; atıksu, katı atık, tehlikeli atık gibi çevre korumaya yönelik tesislerin yaygınlaşmasını sağlayacağız.” Halbuki yukarıdaki bütüncül bakış açısını benimsediysek başka sorunlar açan bertaraf tesislerini kısa vadede düşünürken orta-uzun vadede; birinin attığının diğerinin hammaddesi olduğu entegre ekolojik sanayiler kuracağız ve atıksız sanayileri geliştireceğiz, demek gerek. Çok sevindirici bir vaad de “Küresel ısınmayla ilgili olarak daha önce başlatılan enerji, ulaştırma, tarım ve sanayi gibi sektörel alandaki çalışmalara ve ağaçlandırmalara kararlılıkla devam” edileceği. Ancak Kyoto Protokolü’nü imzalamadık ve post-Kyoto 2012 oluşumu için ABD bile hazırlık yaparken bizim hazırlığımız yok. Şu ana kadar doğa dostu enerji yatırımları bütün enerji yatırımlarının üstüne çıkmadı, ne karayolu ne de havayolu taşımacılığımız azaldı ne de demiryolları ve toplu taşıma yatırımları karayolları yatırımlarının üstünde. Toprak işlemesiz tarım yapılması, kuraklığa dayanıklı türlerin geliştirilmesi, ve teraslama seferberlikleri de yok. Türkiye’de bir karbon pazarı da oluşmuş değil.
Ne güzel demiş 60. Hükümet; “Ağaçlandırma, erozyonla mücadele ve iyileştirme çalışmalarımızı hızlandıracak, kentlerimizin etrafındaki ‘yeşil kuşak ormancılığı’nı geliştirerek, daha yaşanabilir kentler oluşturulmasına katkıda bulunacağız. Avrupa ülkeleri ile mukayese edildiğinde, önemli üstünlüklerimizden biri olan biyolojik çeşitliliğimizi koruyucu tedbirleri sürdüreceğiz.” Bu arada 2b maddesi konusunda 59. Hükümet tarafından atılan geri adımların yine hortlatıldığı söyleniyor. Oysa 2b orman arazilerinin satışı, yeni bir orman talanının önünü açar. Bu arada ormanlarımızda ve önemli doğa alanlarımızda baraj, taş ocağı, maden, turizm, yollar ve sanayi tesisleri açılıyor. Hani bütüncül ve sürdürülebilir kalkınma ilkelerimiz? Kim sürdürüyor, kim sürülüyor, kim sürünüyor?
Artık halkımız birbiriyle çelişkili ve çevreye zarar veren sektörel programlar yerine bütüncül yaklaşım, ekonominin her alanında çevresel ve doğal göstergeler ve bu göstergelere ilişkin hedefler görmek istiyor.
Dr. Uygar Özesmi
Madencilik: Annemin Kemikleri…
Doğu Karadeniz sahil şeridinde duble yolda ilerlerken acıyla kara sulara karışamayan dik yamaçlara bakakalıyorum. Kıyı kalmamış, kıyıyı yol almış. Bir vadiden içeri giriyorum. Sol yamaçta dev bir çukur. Kayalar patlamış, saçılmış. Alınan kayalarla kıyı doldurulmuş. Yeşil örtünün ortasındaki bu çirkin yaranın içinde, kurumuş kökler, koparılmış sinirler ve damarlar gibi uzanıp kalmış. Wanapum Yerlilerinin ruhani lideri Smohalla’nın sözlerini hatırlıyorum:
“Bana toprağı sür, diyorsun. Bıçağı alıp annemin göğüslerini mi yarayım? O zaman ölünce karnında nasıl huzura ererim…
Bana taş için kaz, diyorsun. Annemin kemikleri için tenini mi kazayım? Öldüğüm zaman nasıl toprağa girerim yeniden doğmak için…
Bana otu kes, saman yap, sat ve beyaz adam gibi zengin ol, diyorsun. Annemin saçlarını nasıl keser, satarım…”
Bakalım, Yeşil Artvin daha ne kadar yeşil kalacak. Dertli herkes… Cerattepe Madeni yıllarca süren hukuk mücadelesine ve kazanılan davalara rağmen yeni Maden Kanunu’na dayamış sırtını, hızla ilerliyor. Bundan iki yıl öncesine kadar Maden Kanunu ve Taş Ocakları Nizamnamesi ile yürütülmekte olan madencilik, taş ve kum ocakları ülkemizin öncelikli çevre problemleri arasında değildi. Ne olduysa Nisan 2004’te kabul edilen yeni Maden Kanunu ile oldu. 57. hükümet döneminde TEMA Vakfı’nın da görüşü ile geri çekilen kanun daha sonra 59. hükümette aynen TBMM’de kabul edildi.
Kanun; orman, muhafaza ormanı, ağaçlandırma alanları, kara avcılığı alanları, özel koruma bölgeleri, milli parklar, tabiat parkları, tabiat anıtı, tabiatı koruma alanı, tarım, mera, sit alanları, su havzaları, kıyı alanları ve sahil şeritleri dahil olmak üzere bütün doğal ve hatta kültürel varlıklarımızda kolaylıkla maden aranmasına ve açılmasına izin verir hale geldi. Temmuz 2004’te Anayasa Mahkemesi’ne götürülen kanunla ilgili dava, aradan -alışılmış sürenin çok üzerinde- üç yıl geçmesine rağmen karara bağlanmadı. TEMA Vakfı ülkenin her yanından gelen bildirimler doğrultusunda yüce mahkemeye bilgi sunmak üzere görev bekliyor.
Kanun çerçevesinde Haziran 2005’te çıkan Madencilik Faaliyetleri İzin Yönetmeliği ise TEMA Vakfı tarafından Danıştay’a dava edildi. Sanıyoruz aradan iki yıl geçmesine rağmen ülkemizde idari eylem ve işlemlerde hukuka aykırılıkla ilgili haddinden fazla dava olduğu için, bu dava da karara bağlanamadı. Üstelik son değişiklikle devletin çeşitli izinler için yanıt sürelerinin de yarıya indirilmesinden sonra bütün denetimler artık sadece usulen yapılır hale geldi. Bunun üzerine TEMA Vakfı bu yıl tekrar bir dava açtı…
Davalar süredursun vatanın her köşesi patlayıcılar ve dozerler altında kan ağlıyor. TEMA Vakfı’na ülkenin her yerinden şikayetler geliyor. Ormanlık köylerine dönmüş emekliler patlama gümbürtüleri ve yer sarsıntıları yüzünden kalp krizi geçirmekten korkuyorlar. Kimse taş ocağı için ormanlarının traşlanmasını hazmedemiyor. Ovadaki çiftçiler patlamalardan sonra kuruyan su kaynaklarına dem vuruyor. Tarlalara su sağlayan ormanların taş ve maden için nasıl olur da yok edildiğini, ağaçlandırma yapılması gerekirken, niye ormanlara taş ocağı açıldığını anlamadıklarını söylüyorlar. Bu arada şehirlerin etrafında kalan yeşil alanlarda taş ve kum ocağı ruhsatları alınıyor. Bu sayede çıkarılan taş ve kumun yerine inşaat artıkları ve molozlar dökülerek çifte kazanç sağlanıyor. Kalan son doğal alanlar da yok ediliyor.
Maden Kanunu’nun mutlaka ve acilen yeniden ele alınması gerek, yoksa halkımız ve Türkiye doğası bu kanunu kaldıramaz. Anadolu’nun kemikleri sızlıyor…
Dr. Uygar Özesmi
“Bana toprağı sür, diyorsun. Bıçağı alıp annemin göğüslerini mi yarayım? O zaman ölünce karnında nasıl huzura ererim…
Bana taş için kaz, diyorsun. Annemin kemikleri için tenini mi kazayım? Öldüğüm zaman nasıl toprağa girerim yeniden doğmak için…
Bana otu kes, saman yap, sat ve beyaz adam gibi zengin ol, diyorsun. Annemin saçlarını nasıl keser, satarım…”
Bakalım, Yeşil Artvin daha ne kadar yeşil kalacak. Dertli herkes… Cerattepe Madeni yıllarca süren hukuk mücadelesine ve kazanılan davalara rağmen yeni Maden Kanunu’na dayamış sırtını, hızla ilerliyor. Bundan iki yıl öncesine kadar Maden Kanunu ve Taş Ocakları Nizamnamesi ile yürütülmekte olan madencilik, taş ve kum ocakları ülkemizin öncelikli çevre problemleri arasında değildi. Ne olduysa Nisan 2004’te kabul edilen yeni Maden Kanunu ile oldu. 57. hükümet döneminde TEMA Vakfı’nın da görüşü ile geri çekilen kanun daha sonra 59. hükümette aynen TBMM’de kabul edildi.
Kanun; orman, muhafaza ormanı, ağaçlandırma alanları, kara avcılığı alanları, özel koruma bölgeleri, milli parklar, tabiat parkları, tabiat anıtı, tabiatı koruma alanı, tarım, mera, sit alanları, su havzaları, kıyı alanları ve sahil şeritleri dahil olmak üzere bütün doğal ve hatta kültürel varlıklarımızda kolaylıkla maden aranmasına ve açılmasına izin verir hale geldi. Temmuz 2004’te Anayasa Mahkemesi’ne götürülen kanunla ilgili dava, aradan -alışılmış sürenin çok üzerinde- üç yıl geçmesine rağmen karara bağlanmadı. TEMA Vakfı ülkenin her yanından gelen bildirimler doğrultusunda yüce mahkemeye bilgi sunmak üzere görev bekliyor.
Kanun çerçevesinde Haziran 2005’te çıkan Madencilik Faaliyetleri İzin Yönetmeliği ise TEMA Vakfı tarafından Danıştay’a dava edildi. Sanıyoruz aradan iki yıl geçmesine rağmen ülkemizde idari eylem ve işlemlerde hukuka aykırılıkla ilgili haddinden fazla dava olduğu için, bu dava da karara bağlanamadı. Üstelik son değişiklikle devletin çeşitli izinler için yanıt sürelerinin de yarıya indirilmesinden sonra bütün denetimler artık sadece usulen yapılır hale geldi. Bunun üzerine TEMA Vakfı bu yıl tekrar bir dava açtı…
Davalar süredursun vatanın her köşesi patlayıcılar ve dozerler altında kan ağlıyor. TEMA Vakfı’na ülkenin her yerinden şikayetler geliyor. Ormanlık köylerine dönmüş emekliler patlama gümbürtüleri ve yer sarsıntıları yüzünden kalp krizi geçirmekten korkuyorlar. Kimse taş ocağı için ormanlarının traşlanmasını hazmedemiyor. Ovadaki çiftçiler patlamalardan sonra kuruyan su kaynaklarına dem vuruyor. Tarlalara su sağlayan ormanların taş ve maden için nasıl olur da yok edildiğini, ağaçlandırma yapılması gerekirken, niye ormanlara taş ocağı açıldığını anlamadıklarını söylüyorlar. Bu arada şehirlerin etrafında kalan yeşil alanlarda taş ve kum ocağı ruhsatları alınıyor. Bu sayede çıkarılan taş ve kumun yerine inşaat artıkları ve molozlar dökülerek çifte kazanç sağlanıyor. Kalan son doğal alanlar da yok ediliyor.
Maden Kanunu’nun mutlaka ve acilen yeniden ele alınması gerek, yoksa halkımız ve Türkiye doğası bu kanunu kaldıramaz. Anadolu’nun kemikleri sızlıyor…
Dr. Uygar Özesmi
Türkiye’de Rüzgar Nereye Esiyor?
Yıl 1993, Los Angeles’a doğru Kaliforniya eyaletinde otoyolda hızla ilerlerken büyülenip arabayı kenara çekiyorum. Dağlar, tepeler sürekli devinim halinde. Ufuk göz alabildiğine rüzgar gülleriyle donatılmış. Rüzgar sürekli esiyor, ülkeyi enerjiyle besliyor. Kyoto Protokolü’nü bugün imzalamayan Amerika Birleşik Devletleri, ta o zamandan rüzgar enerjisini yatırım yapmış. Bugün 3 milyon evin elektrik enerjisi rüzgar santrallerinden karşılanıyor. Hedef elektrik enerjisinin %20’sini rüzgardan sağlamak.
Yıl 1998, İzmir’de bir yenilenebilir enerji sempozyumuna katılıyorum. Büyük bir hevesle Çeşme Germiyan’daki 3, Alaçatı’daki 12 rüzgar gülünü ziyaret ediyoruz. Kaliforniya dağları aklıma düşüyor, yeter mi diye soruyorum? 2000’de de Bozcaada 17 rüzgar gülü daha kuruluyor. Böylece Türkiye’nin kurulu rüzgâr gücü 19 MW’a çıkıyor. Oysa sadece 1999 yılında Almanya’da 1542 MW, İspanya’da 708 MW, ABD’de 800 MW rüzgâr santralı kuruldu. Sadece bu yıl Amerika’da 3000 MW üstünde yeni santral kuruluyor.
Yıl 2006, uçağım Berlin Tegel Havaalanına doğru alçalıyor. Pencereden dışarı bakınca gözlerime inanamıyorum. Verimli tarım arazilerinin kıyılarında göz alabildiğince rüzgar gülleri serpilmiş, kolları dönüp duruyor. İnince konferansta Alman meslektaşlarıma sorup öğreniyorum. Almanya’nın kurulu rüzgar enerjisi kapasitesi 2006 yılı sonu itibariyle 20.621 MW’a çıkmış. Almanya gibi bir sanayi devi hızla enerji bağımlılığını azaltmak ve küresel iklim değişikliğinde Almanya’nın sorumluluğunu azaltmak için etkili ve hızlı politikalar uyguluyor. Toplam kapasitesini her yıl daha da arttırıyor. Hedefi 2030 yılında enerjisinin yüzde 70’ini yenilenebilir enerji kaynaklarından sağlamak, 2050’de ise bu rakamı yüzde 87’ye çıkartmak. Almanya gibi dünya piyasalarında rekabet gücümüzü korumak ve sağlıklı bir çevrede yaşamak istiyorsak acilen benzer politikaları hayata geçirmemiz gerekli.
Küresel iklim değişikliği tehdidi altında yaşadığımız bugünlerde enerji yatırımlarımızın tamamını sera gazı üretmeyen yenilenebilir kaynaklara yöneltmekten başka çaremiz yok. Bunların içinde şu anda en ekonomik ve en kolay uygulanabilir projeler rüzgar santralleri. Elektrik İşleri Etüt İdaresi‘nin tamamladığı Rüzgar Atlası çalışmalarına göre Türkiye‘nin rüzgar potansiyeli 48.000 MW. Bakanlık maalesef 2020 yılında toplamda sadece 3.000 bin MW kurulu güç öngörüyor. Bu Amerika Birleşik Devletleri’nin 1 yılda kurduğundan daha az. Almanya’nın ise şu anda kurulu gücünün yüzde 15’i. Üstelik bizim en az 48.000 MW potansiyelimiz var. Rüzgar enerjisinin küresel iklim değişikliğine katkısı yok ve çevresel etkisi neredeyse sıfır. Bedava esen rüzgarı, yani kendi öz kaynağımızı kullanacağımıza neden dışa bağımlı yatırımlara yöneliyoruz. TEMA Vakfı gönüllüleri başta olmak üzere büyük kamuoyu tepkisi çeken ve en iyimser tahminle 10 yılda tamamlanacak 3 nükleer santralden beklenen 4.500 MW güç için bu kadar uğraşılırken, neden herkesin hayranlıkla seyrettiği ve desteklediği rüzgar santralleri ülkemizi donatmıyor? Ülkemizde yenilik ve atılım rüzgarları nereden esiyor, esen karayel mi, lodos mu yoksa meltem mi? Bırakalım rüzgar gülleri açsın serpilsin, ülkemiz temiz enerjiyle dolsun.
Dr. Uygar Özesmi
Yıl 1998, İzmir’de bir yenilenebilir enerji sempozyumuna katılıyorum. Büyük bir hevesle Çeşme Germiyan’daki 3, Alaçatı’daki 12 rüzgar gülünü ziyaret ediyoruz. Kaliforniya dağları aklıma düşüyor, yeter mi diye soruyorum? 2000’de de Bozcaada 17 rüzgar gülü daha kuruluyor. Böylece Türkiye’nin kurulu rüzgâr gücü 19 MW’a çıkıyor. Oysa sadece 1999 yılında Almanya’da 1542 MW, İspanya’da 708 MW, ABD’de 800 MW rüzgâr santralı kuruldu. Sadece bu yıl Amerika’da 3000 MW üstünde yeni santral kuruluyor.
Yıl 2006, uçağım Berlin Tegel Havaalanına doğru alçalıyor. Pencereden dışarı bakınca gözlerime inanamıyorum. Verimli tarım arazilerinin kıyılarında göz alabildiğince rüzgar gülleri serpilmiş, kolları dönüp duruyor. İnince konferansta Alman meslektaşlarıma sorup öğreniyorum. Almanya’nın kurulu rüzgar enerjisi kapasitesi 2006 yılı sonu itibariyle 20.621 MW’a çıkmış. Almanya gibi bir sanayi devi hızla enerji bağımlılığını azaltmak ve küresel iklim değişikliğinde Almanya’nın sorumluluğunu azaltmak için etkili ve hızlı politikalar uyguluyor. Toplam kapasitesini her yıl daha da arttırıyor. Hedefi 2030 yılında enerjisinin yüzde 70’ini yenilenebilir enerji kaynaklarından sağlamak, 2050’de ise bu rakamı yüzde 87’ye çıkartmak. Almanya gibi dünya piyasalarında rekabet gücümüzü korumak ve sağlıklı bir çevrede yaşamak istiyorsak acilen benzer politikaları hayata geçirmemiz gerekli.
Küresel iklim değişikliği tehdidi altında yaşadığımız bugünlerde enerji yatırımlarımızın tamamını sera gazı üretmeyen yenilenebilir kaynaklara yöneltmekten başka çaremiz yok. Bunların içinde şu anda en ekonomik ve en kolay uygulanabilir projeler rüzgar santralleri. Elektrik İşleri Etüt İdaresi‘nin tamamladığı Rüzgar Atlası çalışmalarına göre Türkiye‘nin rüzgar potansiyeli 48.000 MW. Bakanlık maalesef 2020 yılında toplamda sadece 3.000 bin MW kurulu güç öngörüyor. Bu Amerika Birleşik Devletleri’nin 1 yılda kurduğundan daha az. Almanya’nın ise şu anda kurulu gücünün yüzde 15’i. Üstelik bizim en az 48.000 MW potansiyelimiz var. Rüzgar enerjisinin küresel iklim değişikliğine katkısı yok ve çevresel etkisi neredeyse sıfır. Bedava esen rüzgarı, yani kendi öz kaynağımızı kullanacağımıza neden dışa bağımlı yatırımlara yöneliyoruz. TEMA Vakfı gönüllüleri başta olmak üzere büyük kamuoyu tepkisi çeken ve en iyimser tahminle 10 yılda tamamlanacak 3 nükleer santralden beklenen 4.500 MW güç için bu kadar uğraşılırken, neden herkesin hayranlıkla seyrettiği ve desteklediği rüzgar santralleri ülkemizi donatmıyor? Ülkemizde yenilik ve atılım rüzgarları nereden esiyor, esen karayel mi, lodos mu yoksa meltem mi? Bırakalım rüzgar gülleri açsın serpilsin, ülkemiz temiz enerjiyle dolsun.
Dr. Uygar Özesmi
Kimin Ormanı Kime Satılıyor?
Ormanlarımızın üstünde dolaşan karabulutlar dağılıp dağılıp toplanıyor. Bu karabulutlar keşke yağmur olsa düşse, yeraltı sularımızı ve derelerimizi suyla doldursa. Maalesef bu karabulutlar, ormanı işgal eden “uyanık” -dilim varmıyor- “vatandaşlar” ve ormanları tehdit eden yasal düzenlemeleri ve girişimleri harekete geçirenler. Ormanlar anayasamızın güvencesiyle bütün vatandaşların adına ve onların yararına devlet tarafından işletiliyor. Bu işletme anlayışında orman sadece bir odun ve kereste kaynağı değil. Bizim adımıza devlet topraklarımızı erozyondan korumak, bize su sağlamak, iklim değişikliğine neden olan karbonu depolamak ve temiz hava vermek, bizim yaşamımızın garantisi olan biyolojik çeşitliliği korumak ve gelecek kuşaklara azalmadan, bozulmadan aktarmak için ormanları korumakla sorumlu. Bizim, çocuklarımızın ve torunlarımızın geleceği için ormanı korumakla görevli olan devlet, maalesef 2/B diye bir sınıfa izin vermiş. Orman Kanunu’nun 2. maddesinin “B” bendi uyarınca, “31.12.1981 tarihinden önce orman vasfını bilim ve fen bakımından kaybettiği”, “tarım ve hayvancılıkta kullanılmasında yarar bulunduğu”, “köy, kasaba ve şehir yapılarının toplu halde bulunduğu” saptanan yerler, ormancılık rejimi dışına çıkarılabiliyor. Oysa, bizim için odun ve keresteden çok daha büyük değeri olan ve üstün kamu yararı için korunması gereken ormanlarımızın 2/B adı altında orman dışına çıkarılmasına izin veren bu yasa maddeleri ve düzenlemeler acilen kaldırılmalı.
Üstün kamu yararı adına 2/B’ye olanak veren yasa maddelerinin ortadan kaldırılması gerekirken ve bu konuda hükümete önemli görevler düşerken, TEMA Vakfı gönüllüleri bu hafta beyninden vurulmuşa dönüyor. Mayıs 2003’den beri TEMA Vakfı’nın da içinde bulunduğu Ormanlarımıza Sahip Çıkalım Birliği’nin önderliğinde süren mücadele ile 2/B orman arazilerinin satılması ihtimali ortadan kalkmışken, 4 yıl sonra satış tekrar gündeme getiriliyor. TEMA Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Çelik Kurtoğlu’nun dediği gibi “2/B arazilerinin satışı aslında vatandaşların tümünün mülkiyet hakkına tecavüzdür. Kamunun yıllardır süregelen kadastro çalışmalarının sonuçlandırılamaması yüzünden uyanık bireylerin orman arazilerini işgal etmeleri ödüllendirilmek istenmektedir. Kamu otoritesi kendi ihmali ile ortaya çıkan durumu temel bir hukuk ihlali ile kapatmak niyetindedir.” İhmal, temel hukuka aykırı bir biçimde “çözülecekse” kanunlara uyan vatandaşların devlete güveni kalır mı? Böylesine bir uygulama anarşi ve talanın vizesidir.
Peki bu fiili durum ne olacak? Ormana kurulmuş, kimi yerde tapusu bile verilmiş, dört kez el değiştirmiş, suyu elektriği getirilmiş “orman içi” kentler, kasabalar ne olacak? Ne olması gerektiği konusunda TEMA Vakfı’nın somut ve uygulanabilir önerileri var: 2/B işgalcilerinden hemen 5 yıl geriye yönelik ecrimisil, yani kamu mallarını fuzuli işgal edenlerden alınan ücret, tahsil edilmeli. Nasıl, 1960’larda kat mülkiyeti ve 1980’lerde devre mülk kavramları medeni hukuka getirildiyse aynı şekilde, satış haricinde ücret karşılığı süreli kullanım mülkiyetleri getirilmelidir.
Ormanlar milletindir, kimin ormanını kime satıyorsunuz?
Dr. Uygar Özesmi
Ormanlarımızın üstünde dolaşan karabulutlar dağılıp dağılıp toplanıyor. Bu karabulutlar keşke yağmur olsa düşse, yeraltı sularımızı ve derelerimizi suyla doldursa. Maalesef bu karabulutlar, ormanı işgal eden “uyanık” -dilim varmıyor- “vatandaşlar” ve ormanları tehdit eden yasal düzenlemeleri ve girişimleri harekete geçirenler. Ormanlar anayasamızın güvencesiyle bütün vatandaşların adına ve onların yararına devlet tarafından işletiliyor. Bu işletme anlayışında orman sadece bir odun ve kereste kaynağı değil. Bizim adımıza devlet topraklarımızı erozyondan korumak, bize su sağlamak, iklim değişikliğine neden olan karbonu depolamak ve temiz hava vermek, bizim yaşamımızın garantisi olan biyolojik çeşitliliği korumak ve gelecek kuşaklara azalmadan, bozulmadan aktarmak için ormanları korumakla sorumlu. Bizim, çocuklarımızın ve torunlarımızın geleceği için ormanı korumakla görevli olan devlet, maalesef 2/B diye bir sınıfa izin vermiş. Orman Kanunu’nun 2. maddesinin “B” bendi uyarınca, “31.12.1981 tarihinden önce orman vasfını bilim ve fen bakımından kaybettiği”, “tarım ve hayvancılıkta kullanılmasında yarar bulunduğu”, “köy, kasaba ve şehir yapılarının toplu halde bulunduğu” saptanan yerler, ormancılık rejimi dışına çıkarılabiliyor. Oysa, bizim için odun ve keresteden çok daha büyük değeri olan ve üstün kamu yararı için korunması gereken ormanlarımızın 2/B adı altında orman dışına çıkarılmasına izin veren bu yasa maddeleri ve düzenlemeler acilen kaldırılmalı.
Üstün kamu yararı adına 2/B’ye olanak veren yasa maddelerinin ortadan kaldırılması gerekirken ve bu konuda hükümete önemli görevler düşerken, TEMA Vakfı gönüllüleri bu hafta beyninden vurulmuşa dönüyor. Mayıs 2003’den beri TEMA Vakfı’nın da içinde bulunduğu Ormanlarımıza Sahip Çıkalım Birliği’nin önderliğinde süren mücadele ile 2/B orman arazilerinin satılması ihtimali ortadan kalkmışken, 4 yıl sonra satış tekrar gündeme getiriliyor. TEMA Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Çelik Kurtoğlu’nun dediği gibi “2/B arazilerinin satışı aslında vatandaşların tümünün mülkiyet hakkına tecavüzdür. Kamunun yıllardır süregelen kadastro çalışmalarının sonuçlandırılamaması yüzünden uyanık bireylerin orman arazilerini işgal etmeleri ödüllendirilmek istenmektedir. Kamu otoritesi kendi ihmali ile ortaya çıkan durumu temel bir hukuk ihlali ile kapatmak niyetindedir.” İhmal, temel hukuka aykırı bir biçimde “çözülecekse” kanunlara uyan vatandaşların devlete güveni kalır mı? Böylesine bir uygulama anarşi ve talanın vizesidir.
Peki bu fiili durum ne olacak? Ormana kurulmuş, kimi yerde tapusu bile verilmiş, dört kez el değiştirmiş, suyu elektriği getirilmiş “orman içi” kentler, kasabalar ne olacak? Ne olması gerektiği konusunda TEMA Vakfı’nın somut ve uygulanabilir önerileri var: 2/B işgalcilerinden hemen 5 yıl geriye yönelik ecrimisil, yani kamu mallarını fuzuli işgal edenlerden alınan ücret, tahsil edilmeli. Nasıl, 1960’larda kat mülkiyeti ve 1980’lerde devre mülk kavramları medeni hukuka getirildiyse aynı şekilde, satış haricinde ücret karşılığı süreli kullanım mülkiyetleri getirilmelidir.
Ormanlar milletindir, kimin ormanını kime satıyorsunuz?
Dr. Uygar Özesmi
Biyolojik Çeşitlilik: Ailemizi korumak!
Ülkemizi yönetenler yerin altındaki ve üstündeki her şeyi, toprağı, suyu, ormanları, kıyıları, sulakalanları, bozkırları insan için kullanılması gereken kaynaklar olarak görüyor. Sanki biz doğaya ve bütün canlılara hükmediyoruz, onlar bizim kölelerimiz. İstediğimizi yapar, istediğimiz gibi kullanırız. Oysa biz doğanın bir parçası olarak onun bir ferdiyiz. Nasıl aile fertleri birbirini destekler ve korursa biz de üyesi olduğumuz bu büyük aileyi desteklemek ve korumak zorundayız. Varlığımız buna bağlı.
Doğa; toprak, su, hava ve enerji, yani bu dört element ve sayesinde var olan biyolojik çeşitlilikten oluşur. Biyolojik çeşitlilik, insan dahil bütün canlılardan ve canlıların yaşam alanlarının çeşitliliği, birbirleri ve yaşadıkları ortamlarla olan ilişkileri olarak tanımlanır. Biyolojik çeşitlilik, genetik çeşitlilik, tür çeşitliliği, ekosistem çeşitliliği ve aralarındaki işlev ve ilişkiler çeşitliliğini içerir. Örneğin, orman ekosistemi bütün sakinleri yani kuşu, geyiği, porsuğu, böceği, ağacı, çalısı, çiçeği, mantarı ve gözle göremediğimiz canlıları için ev sahipliği yapar; toprağı korur, tutar, akan dereler berrak akar, suları yeraltına depolar, havayı temizler ve iklimi düzenler. Sürdürülebilir bir şekilde işletilirse bize odun olarak enerji ve kereste olarak yapı malzemesi sağlar. Ülkemiz biyolojik çeşitlilik açısından dünyanın en zengin bölgelerinden biri. Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarının kesişim noktasında, başka yerlerde nadiren görülen bir ekosistem çeşitliliğine ve buna bağlı genetik ve tür çeşitliliğine sahip. Vatanımızdaki göl, sulakalan, bozkır ve akarsu ekosistemleri kimi sadece ülkemizde bulunan (endemik) yüz binlerce türe ev sahipliği yapar. Fakat biz her geçen gün ülkemizi ve kendimizi fakirleştiriyoruz.
Artık bu zenginliğimizin talanına dur deme vakti geldi, yoksa çocuklarımıza ve torunlarımıza yaşanır bir vatan değil çölleşmiş fakir bir ülke bırakacağız. Doğal orman ve bozkır ekosistemlerimizin madenlerle delik deşik edilmesine ve ağaç plantasyonlarına dönüştürülmesine; yollarla canlıların geçemeyeceği şekilde parçalanmasına; mera olarak kullanılan bozkırların aşırı otlatılmasına; sulakalanların kurutulmasına, göllerimizin suyunun çekilmesine ve kirletilmesine; akarsularımızın önünün büyük barajlarla kesilmesine; içlerine kanalizasyon ve endüstriyel atık suların boşaltılmasına ve sularının kentin sözde ihtiyaçları için borularla çalınmasına seyirci kalmaya devam edersek biyolojik zenginliğimizi kaybederiz.
Toprak, su, hava, enerji, bitkiler, hayvanlar ve bunları barındırıp düzenleyen ekosistemler toplumumuzun bir parçası. Bunlar bir kaynak değil, bizim gibi haklara sahip birer varlık. İnsan bu toplumun efendisi değil, sadece mütevazı bir ferdi. Bizim görevimiz ise bu ailenin onurunu, düzenini ve güzelliğini korumak.
Dr. Uygar Özesmi
Doğa; toprak, su, hava ve enerji, yani bu dört element ve sayesinde var olan biyolojik çeşitlilikten oluşur. Biyolojik çeşitlilik, insan dahil bütün canlılardan ve canlıların yaşam alanlarının çeşitliliği, birbirleri ve yaşadıkları ortamlarla olan ilişkileri olarak tanımlanır. Biyolojik çeşitlilik, genetik çeşitlilik, tür çeşitliliği, ekosistem çeşitliliği ve aralarındaki işlev ve ilişkiler çeşitliliğini içerir. Örneğin, orman ekosistemi bütün sakinleri yani kuşu, geyiği, porsuğu, böceği, ağacı, çalısı, çiçeği, mantarı ve gözle göremediğimiz canlıları için ev sahipliği yapar; toprağı korur, tutar, akan dereler berrak akar, suları yeraltına depolar, havayı temizler ve iklimi düzenler. Sürdürülebilir bir şekilde işletilirse bize odun olarak enerji ve kereste olarak yapı malzemesi sağlar. Ülkemiz biyolojik çeşitlilik açısından dünyanın en zengin bölgelerinden biri. Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarının kesişim noktasında, başka yerlerde nadiren görülen bir ekosistem çeşitliliğine ve buna bağlı genetik ve tür çeşitliliğine sahip. Vatanımızdaki göl, sulakalan, bozkır ve akarsu ekosistemleri kimi sadece ülkemizde bulunan (endemik) yüz binlerce türe ev sahipliği yapar. Fakat biz her geçen gün ülkemizi ve kendimizi fakirleştiriyoruz.
Artık bu zenginliğimizin talanına dur deme vakti geldi, yoksa çocuklarımıza ve torunlarımıza yaşanır bir vatan değil çölleşmiş fakir bir ülke bırakacağız. Doğal orman ve bozkır ekosistemlerimizin madenlerle delik deşik edilmesine ve ağaç plantasyonlarına dönüştürülmesine; yollarla canlıların geçemeyeceği şekilde parçalanmasına; mera olarak kullanılan bozkırların aşırı otlatılmasına; sulakalanların kurutulmasına, göllerimizin suyunun çekilmesine ve kirletilmesine; akarsularımızın önünün büyük barajlarla kesilmesine; içlerine kanalizasyon ve endüstriyel atık suların boşaltılmasına ve sularının kentin sözde ihtiyaçları için borularla çalınmasına seyirci kalmaya devam edersek biyolojik zenginliğimizi kaybederiz.
Toprak, su, hava, enerji, bitkiler, hayvanlar ve bunları barındırıp düzenleyen ekosistemler toplumumuzun bir parçası. Bunlar bir kaynak değil, bizim gibi haklara sahip birer varlık. İnsan bu toplumun efendisi değil, sadece mütevazı bir ferdi. Bizim görevimiz ise bu ailenin onurunu, düzenini ve güzelliğini korumak.
Dr. Uygar Özesmi
Ormanlarımızı sattırmayız!
Erozyonu önleyen, toprağımızı, suyumuzu koruyan ormanları birileri işgal ediyor. Bizim ormanlarımızı kesip yerine bina dikiyor. Ormanı korumakla görevlendirdiklerimiz bu suça seyirci kalıyor. Anayasa ormanları koruma görevini devlete veriyor. Görevini yapmayanlar “işgal edilen alanlar orman vasfını yitirmiştir” diyerek satmaya kalkıyor. Bizim, kendileri gibi seyirci kalacağımızı sanıyorlarsa yanılıyorlar. TEMA Vakfı olarak milyonlarca destekçimizle ormanlarımıza sahip çıkıyoruz. Bir imzayla ormanları satışa çıkarabileceklerini sananları uyarıyoruz. Bir imzaya karşı, şu anda 360.000’den fazla imza ile destekçilerimiz bu satışa karşı çıkıyor. Yakında bir milyona ulaşacak imzaya karşı kim bir imza atabilir. Milyon vatandaşımızın topraklarımız için haykırışına rağmen ve çığlıklarını duyuramayan milyonlarca canlıya rağmen kim bu satışa onay verebilir?
Bilin ki satmaya kalktığınız ormanlar bizim ormanlarımız. Ormanlarda her vatandaşın hakkı var. Ormanlar erozyonu önleyip toprağımızı koruyor, suyu hasat edip kuraklığı önlüyor. Ormanlar sayesinde içecek ve ürünlerimizi sulayacak suyu buluyoruz. Ormanlarda milyonlarca canlı barınıyor ve bizim kadar onların da hakkı var.
Devletin sorumlu kurumlarından yanıt bekliyoruz. Ormanlarımızı asla satışa çıkarmayacaklarını ilan etmelerini istiyoruz. Devletin sorumlu kurumlarından eylem bekliyoruz. Gerekli yasal tedbirleri aldıklarını görmek istiyoruz.
Cebren ve hile ile ormanlarımızı yok edenleri, toprağımızı elimizden alanları milletimiz affetmez. Geçmişteki gibi, yeniden bu işgalleri affeder, üstüne üstlük işgalcilere ödüllendirir gibi satmaya kalkarsak, ormanlarımızın önümüzdeki yıllarda talan edilmesinin önünü alamayız. Bizim ormanlarımızı çalanları bugün affedersek hangi yüzle “adalet mülkün temelidir” deriz. Adalet istiyoruz, bizim ormanlarımız satılık değil. Ormanlarımızı sattırmayız.
Dr. Uygar Özesmi
Erozyonu önleyen, toprağımızı, suyumuzu koruyan ormanları birileri işgal ediyor. Bizim ormanlarımızı kesip yerine bina dikiyor. Ormanı korumakla görevlendirdiklerimiz bu suça seyirci kalıyor. Anayasa ormanları koruma görevini devlete veriyor. Görevini yapmayanlar “işgal edilen alanlar orman vasfını yitirmiştir” diyerek satmaya kalkıyor. Bizim, kendileri gibi seyirci kalacağımızı sanıyorlarsa yanılıyorlar. TEMA Vakfı olarak milyonlarca destekçimizle ormanlarımıza sahip çıkıyoruz. Bir imzayla ormanları satışa çıkarabileceklerini sananları uyarıyoruz. Bir imzaya karşı, şu anda 360.000’den fazla imza ile destekçilerimiz bu satışa karşı çıkıyor. Yakında bir milyona ulaşacak imzaya karşı kim bir imza atabilir. Milyon vatandaşımızın topraklarımız için haykırışına rağmen ve çığlıklarını duyuramayan milyonlarca canlıya rağmen kim bu satışa onay verebilir?
Bilin ki satmaya kalktığınız ormanlar bizim ormanlarımız. Ormanlarda her vatandaşın hakkı var. Ormanlar erozyonu önleyip toprağımızı koruyor, suyu hasat edip kuraklığı önlüyor. Ormanlar sayesinde içecek ve ürünlerimizi sulayacak suyu buluyoruz. Ormanlarda milyonlarca canlı barınıyor ve bizim kadar onların da hakkı var.
Devletin sorumlu kurumlarından yanıt bekliyoruz. Ormanlarımızı asla satışa çıkarmayacaklarını ilan etmelerini istiyoruz. Devletin sorumlu kurumlarından eylem bekliyoruz. Gerekli yasal tedbirleri aldıklarını görmek istiyoruz.
Cebren ve hile ile ormanlarımızı yok edenleri, toprağımızı elimizden alanları milletimiz affetmez. Geçmişteki gibi, yeniden bu işgalleri affeder, üstüne üstlük işgalcilere ödüllendirir gibi satmaya kalkarsak, ormanlarımızın önümüzdeki yıllarda talan edilmesinin önünü alamayız. Bizim ormanlarımızı çalanları bugün affedersek hangi yüzle “adalet mülkün temelidir” deriz. Adalet istiyoruz, bizim ormanlarımız satılık değil. Ormanlarımızı sattırmayız.
Dr. Uygar Özesmi
Kendi yağımızla kavrulmak
Yıl 1897. Yer Augsburg, Almanya. Rudolf Diesel yerfıstığı yağı ile çalışan ilk motoru geliştirdi. Diesel, bitkisel yağların en az petrol ürünleri kadar önemli bir yakıt olduğuna inanıyor.
Yıl 1909. Yer Şikago, Amerika Birleşik Devletleri. Henry Ford etanol ile çalışabilen ilk efsanevi Model T arabasını çıkartıyor. Ford, geleceğin yakıtının fermente edilerek alkol üretilebilen bitkisel ürünlerden olacağına inanıyor.
Yıl 1934. Yer Atatürk Orman Çiftliği, Ankara. Savaş ve benzeri durumlarda dışa bağımlılıktan kurtulmak için yerel kaynaklardan yararlanmak üzere traktörlerde yakıt olarak bitkisel yağ kullanımı ile ilgili çalışmalar başlıyor. Ancak atılan bu ilerici hamle bir yerlerde duruyor ve sonuca ulaşamıyor.
Yıl 2006. Güneşköy, Kırıkkale. Prof.Dr. Ali ve İnci Gökmen, GEF Küçük Destek Programı projesinde Türk Traktör ve Kırıkkale Tarım il Müdürlüğü ile birlikte bitkisel yağ ile traktör çalıştırıyorlar. Geliştirme çalışmaları sürüyor ve hedef ülke genelinde çiftçilerin kendi yağını kendi üretip traktörlerini çalıştırmaları. Böylece hem dışa bağımlılığımız azalacak hem de küresel iklim değişikliğine neden olan fosil yakıt kullanımı azalacak. TEMA Vakfı’nın da büyük önem verdiği bu projenin Atatürk’ün izinden devlet tarafından desteklenmesi ve yaygınlaştırılması gerekiyor.
Küresel İklim Değişikliği ile birlikte bütün dünyada alternatif enerji kaynakları arayışı hızla sürüyor. Karbon salımını düşürmek üzere Avrupa Birliği 2030 yılında bitkisel yağların yakıt olarak kullanımını %30’a çıkarmayı hedefliyor. Yağların önemli bir kısmı ise ithal edilecek. Ulus olarak çok dikkatli olmamız gerek. Dış talebi karşılayacağız diye verimli tarım arazilerimizi yağlı bitkilerin üretimine çevirerek gıda güvenliğimizi tehlikeye atmamalıyız. Vizyonumuz, ülkemizden gram yağ çıkmadan, ürettiğimiz yağlarla tarımsal üretimimizi ayakta tutmak olmalı. Çiftçimiz kendi yakıtını kendi üreterek, girdi maliyetlerini azaltıp, tarımsal rekabet gücünü arttırabilir. Bunun için gerekli politikaların bir an önce hayata geçmesi gerek.
Bu arada evlerde, restoranlarda, işletmelerde kullanılan atık yağlar kanalizasyonlara karışıyor. Arıtılması çok zor ve git gide azalan sularımızı kirletiyor. TEMA Vakfı olarak her atığın ürüne dönüşmesi gerektiğine inanıyoruz. Bu nedenle evlerden ve işyerlerinden yakıt olarak kullanılmak üzere atık yağların toplanmasını destekliyoruz. Bu konudaki çalışmaların suyumuzu korumak, küresel iklimi değişikliğini önlemek ve dışa bağımlılığımızı azaltmak için hız kazanması gerekiyor. Kendi yağımızda kavrulma zamanı çoktan geldi de geçiyor…
21.10.2007 - Dr. Uygar Özesmi
Yıl 1897. Yer Augsburg, Almanya. Rudolf Diesel yerfıstığı yağı ile çalışan ilk motoru geliştirdi. Diesel, bitkisel yağların en az petrol ürünleri kadar önemli bir yakıt olduğuna inanıyor.
Yıl 1909. Yer Şikago, Amerika Birleşik Devletleri. Henry Ford etanol ile çalışabilen ilk efsanevi Model T arabasını çıkartıyor. Ford, geleceğin yakıtının fermente edilerek alkol üretilebilen bitkisel ürünlerden olacağına inanıyor.
Yıl 1934. Yer Atatürk Orman Çiftliği, Ankara. Savaş ve benzeri durumlarda dışa bağımlılıktan kurtulmak için yerel kaynaklardan yararlanmak üzere traktörlerde yakıt olarak bitkisel yağ kullanımı ile ilgili çalışmalar başlıyor. Ancak atılan bu ilerici hamle bir yerlerde duruyor ve sonuca ulaşamıyor.
Yıl 2006. Güneşköy, Kırıkkale. Prof.Dr. Ali ve İnci Gökmen, GEF Küçük Destek Programı projesinde Türk Traktör ve Kırıkkale Tarım il Müdürlüğü ile birlikte bitkisel yağ ile traktör çalıştırıyorlar. Geliştirme çalışmaları sürüyor ve hedef ülke genelinde çiftçilerin kendi yağını kendi üretip traktörlerini çalıştırmaları. Böylece hem dışa bağımlılığımız azalacak hem de küresel iklim değişikliğine neden olan fosil yakıt kullanımı azalacak. TEMA Vakfı’nın da büyük önem verdiği bu projenin Atatürk’ün izinden devlet tarafından desteklenmesi ve yaygınlaştırılması gerekiyor.
Küresel İklim Değişikliği ile birlikte bütün dünyada alternatif enerji kaynakları arayışı hızla sürüyor. Karbon salımını düşürmek üzere Avrupa Birliği 2030 yılında bitkisel yağların yakıt olarak kullanımını %30’a çıkarmayı hedefliyor. Yağların önemli bir kısmı ise ithal edilecek. Ulus olarak çok dikkatli olmamız gerek. Dış talebi karşılayacağız diye verimli tarım arazilerimizi yağlı bitkilerin üretimine çevirerek gıda güvenliğimizi tehlikeye atmamalıyız. Vizyonumuz, ülkemizden gram yağ çıkmadan, ürettiğimiz yağlarla tarımsal üretimimizi ayakta tutmak olmalı. Çiftçimiz kendi yakıtını kendi üreterek, girdi maliyetlerini azaltıp, tarımsal rekabet gücünü arttırabilir. Bunun için gerekli politikaların bir an önce hayata geçmesi gerek.
Bu arada evlerde, restoranlarda, işletmelerde kullanılan atık yağlar kanalizasyonlara karışıyor. Arıtılması çok zor ve git gide azalan sularımızı kirletiyor. TEMA Vakfı olarak her atığın ürüne dönüşmesi gerektiğine inanıyoruz. Bu nedenle evlerden ve işyerlerinden yakıt olarak kullanılmak üzere atık yağların toplanmasını destekliyoruz. Bu konudaki çalışmaların suyumuzu korumak, küresel iklimi değişikliğini önlemek ve dışa bağımlılığımızı azaltmak için hız kazanması gerekiyor. Kendi yağımızda kavrulma zamanı çoktan geldi de geçiyor…
21.10.2007 - Dr. Uygar Özesmi
Yarın güneş doğacak!
Farkında değiliz ama bütün enerji kaynaklarımız güneşe dayanıyor. Sobada yanan odun, güneşten gelen ışınlar sayesinde fotosentezle oluşur. Isı farklarını yaratıp rüzgârları estiren de güneş. Denizlerdeki suyu buharlaştırıp, yağış olarak bırakan ve böylece barajları dolduran yine güneş. Milyonlarca yıl önce güneşle büyüyen bitkiler ve denizlerdeki algler yerin altına gömülüp kömür, petrol ve doğalgaz oldu. Bu sayede atmosferdeki karbon yeraltına depolandı, atmosfer soğudu; yaşanabilir bir dünya oluştu. Bırakalım, fosil yakıtlar yeraltında, dünyamız da yaşanır kalsın. Enerjimizi doğrudan güneşten üretelim. Vatanımız güneş enerjisi açısından çok zengin. Türkiye günlük ortalama 7,2 saat güneş enerjisinden yararlanabiliyor. Güneşten yeterince yararlanırsak enerji bağımlılığımızı büyük ölçüde azaltırız. Almanya gibi bizden daha az güneş alan bir ülkede 1500 MW kurulu güneş enerjisi gücü var (Keban Barajı 1330 MW). Bizde kurulu güneş enerjisi gücü ise gülünç bir rakam; 0,3 MW. Almanya’da çalışan Türk bilim adamı Dr. Ahmet Lokurlu, güneş enerjisinden soğuk hava üreten bir teknoloji bularak yenilenebilir enerji alanında bir çığır açtı. Güneşten enerji üretimi konusunda dünyada hızla gelişmeler olurken biz yeni teknolojileri geliştirmekte ve uygulamakta gecikiyoruz. Rüştünü ispat etmiş güneş teknolojilerini kullanmak konusunda ise yetersiz politikalarla enerji bağımlılığımızdan kurtulamıyoruz.Kendini kanıtlamış güneş enerjisi sistemlerinden biri olan sıcak su kolektörleri ülkemizde çok sayıda şirket tarafından üretiliyor ve Avrupa’ya ihraç ediliyor. AB, 2010’a kadar 100 milyon m2 sıcak su kolektörü kurmayı hedefliyor. Bu rakam ülkemizde sadece 17 milyon m2. Bu yaklaşık 3,5- 4 milyon konuta denk geliyor. Geri kalan 18 milyon konuta ve buna ek olarak fabrika, otel, hastane, yurt vb. binalara da kurulsa, Türkiye ekonomisine 3-3,5 milyar USD katkısı olabilir. Çevre ve Orman Bakanlığı ORKÖY projesi ile orman köylülerine sıcak su kolektörü kursunlar diye üç yıl vadeli destekler veriyor. Aynı uygulama ova köyleri için de yapılsa, gübre kaynağımız tezekler, yakılmak yerine toprağı zenginleştirmek için kullanılabilir. Sıcak su kolektörü üreten şirketlerimiz desteklenmeyi ve iç pazarı genişletecek önlemlerin alınmasını bekliyor. Ağaçlar gibi bizim de güneşten yeterince yararlanmamız ve karbonu depolamamız gerek, yoksa ısınan gezegenimizde güneş bizi yakacak.
28.10.2007 - Dr. Uygar Özesmi
Farkında değiliz ama bütün enerji kaynaklarımız güneşe dayanıyor. Sobada yanan odun, güneşten gelen ışınlar sayesinde fotosentezle oluşur. Isı farklarını yaratıp rüzgârları estiren de güneş. Denizlerdeki suyu buharlaştırıp, yağış olarak bırakan ve böylece barajları dolduran yine güneş. Milyonlarca yıl önce güneşle büyüyen bitkiler ve denizlerdeki algler yerin altına gömülüp kömür, petrol ve doğalgaz oldu. Bu sayede atmosferdeki karbon yeraltına depolandı, atmosfer soğudu; yaşanabilir bir dünya oluştu. Bırakalım, fosil yakıtlar yeraltında, dünyamız da yaşanır kalsın. Enerjimizi doğrudan güneşten üretelim. Vatanımız güneş enerjisi açısından çok zengin. Türkiye günlük ortalama 7,2 saat güneş enerjisinden yararlanabiliyor. Güneşten yeterince yararlanırsak enerji bağımlılığımızı büyük ölçüde azaltırız. Almanya gibi bizden daha az güneş alan bir ülkede 1500 MW kurulu güneş enerjisi gücü var (Keban Barajı 1330 MW). Bizde kurulu güneş enerjisi gücü ise gülünç bir rakam; 0,3 MW. Almanya’da çalışan Türk bilim adamı Dr. Ahmet Lokurlu, güneş enerjisinden soğuk hava üreten bir teknoloji bularak yenilenebilir enerji alanında bir çığır açtı. Güneşten enerji üretimi konusunda dünyada hızla gelişmeler olurken biz yeni teknolojileri geliştirmekte ve uygulamakta gecikiyoruz. Rüştünü ispat etmiş güneş teknolojilerini kullanmak konusunda ise yetersiz politikalarla enerji bağımlılığımızdan kurtulamıyoruz.Kendini kanıtlamış güneş enerjisi sistemlerinden biri olan sıcak su kolektörleri ülkemizde çok sayıda şirket tarafından üretiliyor ve Avrupa’ya ihraç ediliyor. AB, 2010’a kadar 100 milyon m2 sıcak su kolektörü kurmayı hedefliyor. Bu rakam ülkemizde sadece 17 milyon m2. Bu yaklaşık 3,5- 4 milyon konuta denk geliyor. Geri kalan 18 milyon konuta ve buna ek olarak fabrika, otel, hastane, yurt vb. binalara da kurulsa, Türkiye ekonomisine 3-3,5 milyar USD katkısı olabilir. Çevre ve Orman Bakanlığı ORKÖY projesi ile orman köylülerine sıcak su kolektörü kursunlar diye üç yıl vadeli destekler veriyor. Aynı uygulama ova köyleri için de yapılsa, gübre kaynağımız tezekler, yakılmak yerine toprağı zenginleştirmek için kullanılabilir. Sıcak su kolektörü üreten şirketlerimiz desteklenmeyi ve iç pazarı genişletecek önlemlerin alınmasını bekliyor. Ağaçlar gibi bizim de güneşten yeterince yararlanmamız ve karbonu depolamamız gerek, yoksa ısınan gezegenimizde güneş bizi yakacak.
28.10.2007 - Dr. Uygar Özesmi
Teknoloji gerçek dostun olsun!
Tükettiklerimizle yaşam standartlarımızı arttıracağımıza inanıyoruz. Gerçekte tükettiğimiz dünyanın kendisi! Dünya tüketimi kaldıramıyor. Hava, toprak, su ve canlılar çığlık atıyor. Biz kulaklarımızı tıkamış doğadan hep daha fazlasını alıyoruz, üstelik çoğalıyoruz ve çoğaldıkça doğayı daha fazla tüketiyoruz. Doğa ile beraber insanlık da hızla tükenişe doğru yol alıyor. Ne yapmalı o zaman? Kazandıklarımızla “yeni şeyler” almayı durdurup cep telefonunu, müzik setini, televizyonu, buzdolabını, elektrik süpürgesini, bulaşık ve çamaşır makinesini, pencereden aşağı atıp, arabamızı hurdacıya mı verelim? Bunu sanıyorum pek az insan yapmaya hazır. O zaman tek seçenek kalıyor; yaşam standartlarımızı yükselttiğine inandığımız bütün “şeyler” in doğa ile dost olması ve doğayı tüketmemesi. Kullandığımız enerjinin tamamı yenilenebilir kaynaklardan sağlanmalı, toprağı erozyonla kaybetmeden ve fakirleştirmeden ekmeli ve ürünleri yetiştirmeli, havayı ve suyu kirletmeden ve azaltmadan kullanmalı, atık olmamalı. Üretirken atık çıkmamalı, çıkanlar başka üretimlerin girdisi olmalı. Kullandıklarımızın hepsi yeniden kullanılmalı veya geri dönüştürülmeli. Doğadan artık almayı durdurmalı, tüketim toplumundan üretim ve dönüşüm toplumuna acilen geçiş yapmalı. Bunları yapabilmenin tek yolu ise doğa dostu teknolojiler... Doğa dostu teknolojilerin geliştirilmesi ve kullanılması konusunda şirketlere ve bireylere büyük sorumluluk düşüyor. Kısıtlı sosyal sorumluluk projelerinden çok, toplum olarak sosyal sorumlu birey ve şirketlere ihtiyacımız var. Doğa ile dost teknolojilerin üretimi ve kullanımı en büyük sosyal sorumluluk... Teknolojinin kendisi iyi veya kötü değil. Önemli olan, hangi teknolojilerin geliştirildiği ve kimin elinde, nasıl kullanıldığı. Teknoloji ile kitle imha silahları yapabileceğimiz gibi, milyonlarca insana temiz ve yenilenebilir enerji de sağlayabiliriz. Atık üretmeyen ekolojik sanayi komplekslerine yatırım yaparak doğadan ham madde alımını doğanın kendini yenileme kapasitesinin altına çekebiliriz. Doğru teknolojilerin kullanımıyla enerjiden ulaşıma, ev aletlerinden tarıma kadar hemen her alanda doğa dostu seçeneklerimiz var artık. Bu seçenekler devlet politikaları ile desteklenmeli, yaygınlaştırılmalı, sokaktaki ve tarladaki insanın kullanımına uygun fiyatlarla sunulmalı. Doğa dostu teknolojilerin gelişimini ve kullanımını destekleyen TEMA Vakfı, 36 sivil toplum kuruluşuyla beraber çıkardığı Yeşiliz dergisinde (www. yesiliz .net) doğa dostu teknolojileri ele alıyor, bu yolda seçenekler sunuyor. Doğa dostu teknolojiler için biriniz yoksa ekisiğiz; beraberce tarım, sanayi ve halk olarak doğada yeşil izler bırakalım.
04.11.2007 - Dr. Uygar Özesmi
Tükettiklerimizle yaşam standartlarımızı arttıracağımıza inanıyoruz. Gerçekte tükettiğimiz dünyanın kendisi! Dünya tüketimi kaldıramıyor. Hava, toprak, su ve canlılar çığlık atıyor. Biz kulaklarımızı tıkamış doğadan hep daha fazlasını alıyoruz, üstelik çoğalıyoruz ve çoğaldıkça doğayı daha fazla tüketiyoruz. Doğa ile beraber insanlık da hızla tükenişe doğru yol alıyor. Ne yapmalı o zaman? Kazandıklarımızla “yeni şeyler” almayı durdurup cep telefonunu, müzik setini, televizyonu, buzdolabını, elektrik süpürgesini, bulaşık ve çamaşır makinesini, pencereden aşağı atıp, arabamızı hurdacıya mı verelim? Bunu sanıyorum pek az insan yapmaya hazır. O zaman tek seçenek kalıyor; yaşam standartlarımızı yükselttiğine inandığımız bütün “şeyler” in doğa ile dost olması ve doğayı tüketmemesi. Kullandığımız enerjinin tamamı yenilenebilir kaynaklardan sağlanmalı, toprağı erozyonla kaybetmeden ve fakirleştirmeden ekmeli ve ürünleri yetiştirmeli, havayı ve suyu kirletmeden ve azaltmadan kullanmalı, atık olmamalı. Üretirken atık çıkmamalı, çıkanlar başka üretimlerin girdisi olmalı. Kullandıklarımızın hepsi yeniden kullanılmalı veya geri dönüştürülmeli. Doğadan artık almayı durdurmalı, tüketim toplumundan üretim ve dönüşüm toplumuna acilen geçiş yapmalı. Bunları yapabilmenin tek yolu ise doğa dostu teknolojiler... Doğa dostu teknolojilerin geliştirilmesi ve kullanılması konusunda şirketlere ve bireylere büyük sorumluluk düşüyor. Kısıtlı sosyal sorumluluk projelerinden çok, toplum olarak sosyal sorumlu birey ve şirketlere ihtiyacımız var. Doğa ile dost teknolojilerin üretimi ve kullanımı en büyük sosyal sorumluluk... Teknolojinin kendisi iyi veya kötü değil. Önemli olan, hangi teknolojilerin geliştirildiği ve kimin elinde, nasıl kullanıldığı. Teknoloji ile kitle imha silahları yapabileceğimiz gibi, milyonlarca insana temiz ve yenilenebilir enerji de sağlayabiliriz. Atık üretmeyen ekolojik sanayi komplekslerine yatırım yaparak doğadan ham madde alımını doğanın kendini yenileme kapasitesinin altına çekebiliriz. Doğru teknolojilerin kullanımıyla enerjiden ulaşıma, ev aletlerinden tarıma kadar hemen her alanda doğa dostu seçeneklerimiz var artık. Bu seçenekler devlet politikaları ile desteklenmeli, yaygınlaştırılmalı, sokaktaki ve tarladaki insanın kullanımına uygun fiyatlarla sunulmalı. Doğa dostu teknolojilerin gelişimini ve kullanımını destekleyen TEMA Vakfı, 36 sivil toplum kuruluşuyla beraber çıkardığı Yeşiliz dergisinde (www. yesiliz .net) doğa dostu teknolojileri ele alıyor, bu yolda seçenekler sunuyor. Doğa dostu teknolojiler için biriniz yoksa ekisiğiz; beraberce tarım, sanayi ve halk olarak doğada yeşil izler bırakalım.
04.11.2007 - Dr. Uygar Özesmi
Orman kanunu
Okul çantamı kapıdan anneme verdim. Soluğu ormanda aldım. Eğrelti otlarının uzanıp örttüğü patikada sessizce ilerliyorum. Yabani fındık ağacının dalları arasından bir büyük baştankara çıkıp, gıcırdayan bir çıkrık sesine benzer ötüyor. Baştankara, ayaklarıyla dala tutunup baş aşağı sarkıyor. Ufak bir hamle ile bir tırtılı yakalayıp yemek üzere dalların arasında kayboluyor, belki de gidip yavrularını besleyecek. Yürümeye devam ediyorum. Patikanın sonunda bir zamanlar ulu bir göknar ağacının kesilmiş gövdesine ulaşıyorum. Kökleri ve gövdesinin dip kısmı hâlâ duruyor. İçi oyulmuş, yumuşacık yeşil yosunlarla bezenmiş. Ağaçtan geri kalan, sanki ormanın içinde bir fıçı. İçine atlıyorum. Yoğun bir yosun ve çürümüş ağaç kokusu var. Yağmurdan sonra toprak gibi kokuyor. Derin derin içime çekiyorum. Yukarıya baktığımda masmavi bir gökyüzü ve pamuk pamuk bulutlar var. Ufak bir deliğe gözümü dayıyorum. Burada kimse göremez beni. Nefesimi tutup ormanı izliyorum. Önümden yavaş yavaş bir geyik sürüsü geçiyor. Alımlı boyunları, nemli burunları ve mücevher gibi koyu gözleri ile hiç ses çıkarmadan ilerliyor, zaman zaman durup, önce koklayıp sonra çekiştirerek envayi çeşit bitkiden tadıyorlar. Bu kadar sessiz ve gizli olmasam bu kadar rahatlıkla izleyemem onları. Nitekim hafif bir esintiyle sanki kokumu alıyorlar, boyunlar yukarı kalkıyor, burun delikleri oynuyor, sonra başlar aşağı iniyor ve hep beraber uzaklaşıyorlar. Bir süre sonra patikadan bir porsuk geliyor, şişman karnını sallaya sallaya... Ne sevimli görünüyor ama dişleri keskin, daha önce bir tilkiyi önüne katıp kovaladığını görmüştüm. Porsuk, ağaçların diplerini eşeliyor, belki de solucan arıyor. Yaprakların altı zaten solucan kaynıyor. Onları yiyor olmalı, diye düşünüyorum. Ne bereketli şu orman, binbir çeşit bitki yetişiyor, binbir çeşit hayvan yaşıyor ve hepsi birbirini yaşatıyor. Ağaçtan bir tırmaşık kuşu baş aşağı yavaş yavaş iniyor, kabuğun arasında ağacın özsuyunu emen böcekleri süpürge gibi temizliyor. Sonra yukarı dönüyor ve bir orman sıvacı kuşu ile burun buruna geliyor. Hiç dalaşmadan yollarına gidiyorlar. Ormandan yaprakların hışırtısı, canlılığın uğultusu, binlerce yıldır egemen barışın ve uyumun sesi geliyor. Karnım acıktı, evde yemek hazırlığı başlamıştır. HavaYolda köküne zarar vermeden kör çakımla keserek topladığım dede sakalı mantarlarını gömleğimin uçlarını bohça yapıp eve götürüyorum.Bugün ormana gitmeme izin vermediler, tehlikeli dediler, ağaçları kesiyorlarmış, üstüme düşermiş. Ağaçların yerine bina dikeceklermiş. Çok çocuk olacakmış, kaydırak olacakmış, salıncak olacakmış.
25.11.2007 - Dr. Uygar Özesmi
Okul çantamı kapıdan anneme verdim. Soluğu ormanda aldım. Eğrelti otlarının uzanıp örttüğü patikada sessizce ilerliyorum. Yabani fındık ağacının dalları arasından bir büyük baştankara çıkıp, gıcırdayan bir çıkrık sesine benzer ötüyor. Baştankara, ayaklarıyla dala tutunup baş aşağı sarkıyor. Ufak bir hamle ile bir tırtılı yakalayıp yemek üzere dalların arasında kayboluyor, belki de gidip yavrularını besleyecek. Yürümeye devam ediyorum. Patikanın sonunda bir zamanlar ulu bir göknar ağacının kesilmiş gövdesine ulaşıyorum. Kökleri ve gövdesinin dip kısmı hâlâ duruyor. İçi oyulmuş, yumuşacık yeşil yosunlarla bezenmiş. Ağaçtan geri kalan, sanki ormanın içinde bir fıçı. İçine atlıyorum. Yoğun bir yosun ve çürümüş ağaç kokusu var. Yağmurdan sonra toprak gibi kokuyor. Derin derin içime çekiyorum. Yukarıya baktığımda masmavi bir gökyüzü ve pamuk pamuk bulutlar var. Ufak bir deliğe gözümü dayıyorum. Burada kimse göremez beni. Nefesimi tutup ormanı izliyorum. Önümden yavaş yavaş bir geyik sürüsü geçiyor. Alımlı boyunları, nemli burunları ve mücevher gibi koyu gözleri ile hiç ses çıkarmadan ilerliyor, zaman zaman durup, önce koklayıp sonra çekiştirerek envayi çeşit bitkiden tadıyorlar. Bu kadar sessiz ve gizli olmasam bu kadar rahatlıkla izleyemem onları. Nitekim hafif bir esintiyle sanki kokumu alıyorlar, boyunlar yukarı kalkıyor, burun delikleri oynuyor, sonra başlar aşağı iniyor ve hep beraber uzaklaşıyorlar. Bir süre sonra patikadan bir porsuk geliyor, şişman karnını sallaya sallaya... Ne sevimli görünüyor ama dişleri keskin, daha önce bir tilkiyi önüne katıp kovaladığını görmüştüm. Porsuk, ağaçların diplerini eşeliyor, belki de solucan arıyor. Yaprakların altı zaten solucan kaynıyor. Onları yiyor olmalı, diye düşünüyorum. Ne bereketli şu orman, binbir çeşit bitki yetişiyor, binbir çeşit hayvan yaşıyor ve hepsi birbirini yaşatıyor. Ağaçtan bir tırmaşık kuşu baş aşağı yavaş yavaş iniyor, kabuğun arasında ağacın özsuyunu emen böcekleri süpürge gibi temizliyor. Sonra yukarı dönüyor ve bir orman sıvacı kuşu ile burun buruna geliyor. Hiç dalaşmadan yollarına gidiyorlar. Ormandan yaprakların hışırtısı, canlılığın uğultusu, binlerce yıldır egemen barışın ve uyumun sesi geliyor. Karnım acıktı, evde yemek hazırlığı başlamıştır. HavaYolda köküne zarar vermeden kör çakımla keserek topladığım dede sakalı mantarlarını gömleğimin uçlarını bohça yapıp eve götürüyorum.Bugün ormana gitmeme izin vermediler, tehlikeli dediler, ağaçları kesiyorlarmış, üstüme düşermiş. Ağaçların yerine bina dikeceklermiş. Çok çocuk olacakmış, kaydırak olacakmış, salıncak olacakmış.
25.11.2007 - Dr. Uygar Özesmi
Kent orman olsun!
Hava aracım kentin üstünde hızla alçalıyor, ancak sadece is ve duman bulutunu delip geçen birkaç gökdelen görünüyor.Sonunda o kara buluta dalıyoruz ve binlerce ışık birden parlıyor. Yerküre’nin bu tarafı gündüz ama ışıklar yanıyor. Göz alabildiğince binalar dip dibe dizilmiş. Araç, binaların arasına dalıp aşağılara indikçe kentin tortusundan yükselen ve kentlerde alışageldiğimiz koku kesifleşiyor. İnsanlar küçücük dairelerine hapsolmuş, köstebekler gibi evleri ve işleri arasında gidip geliyorlar. Kentin içindeki devinimler bu hastalıklı büyük örgütlenmeyi ayakta tutmak için çırpınıyor. Yüzyıldır kontrolsüzce büyüyen kentler artık içinden çıkılmaz bir hale gelmiş. İnsanlık felaketini önlemek için, düzeltilmesi imkânsız olan kent yamalarla ayakta tutulmaya çalışılıyor. Dışardan, bir bakışla bana felaketin kendisi gibi görünüyor. Yeryüzü can çekişiyorYeryüzünde kent haricinde kalan bütün bölgeler kenti beslemek için birer tarım fabrikasına, çarkı döndürmek için enerji fabrikasına, hammadde sağlamak için maden çukurlarına ve tüketim için üretim fabrikasına dönüşmüş. Bütün su kaynakları bu fabrikalar ve kent için çalınmış. Yeryüzünde bir karış boş toprak ve doğa kalmamış. Yeryüzü aksırıp tıksırıyor, belki son bir nefes için çırpınıyor.2008 yılına hızla yaklaştığımız bu günlerde kentsel nüfus dünya tarihinde ilk kez toplam nüfusun yarısı olacak. Kentler gerekli yapısal değişiklikleri gerçekleştirip kendilerini dönüştürmeyi başaramazlarsa, yakın tarihte karşılaşacağımız manzara bundan farklı olmayacak. Çevresel, ekonomik ve sosyal açıdan sürdürülebilir bir kent yaratmanın anahtarı doğayı örnek almaktan geçiyor. Aynen muhteşem bir orman ekosistemi gibi kentlerin kendi enerjisini üretmek için yapraklarını açması güneşi, rüzgârı ve jeotermal enerjiyi toplaması ve enerji verimliliğini arttırması gerekiyor. Nasıl yapraklarını döken orman yaprakları ayrıştırıp besin olarak geri alıyorsa, kentlerin de geri dönüşüm ve yeniden kullanım sistemlerini kurarak hammadde ve su girişini en aza indirmesi gerekiyor. Nasıl orman yağmuru toplayıp kendini ve toprağı suyla besliyorsa, kentlerin de yağmur toplama sistemlerini kurması gerekiyor. Nasıl ormanın içinde ağaçlar ve canlılar en az hareket gerektirecek şekilde örgütleniyorsa, kent planları da ulaşım gereğini azaltmaya yönelik olmalı ve gerekli hallerde toplu ulaşım sistemleri ihtiyacı görebilmeli. Nasıl ormanın içinde açıklıklar varsa, kentlerde de sulama gerektirmeyen parklar ve bahçelerin kurulması gerekiyor. Böylece kent bahçeleri ile şehirde yaşayanlar kendi yiyeceklerinin önemli bir kısmını üretiyor hale gelebilir. Kentler için umutluyuz. Kent insanı yaratıcı. Kent insanı bilgili. Kent insanı tepkili. Kent insanı talepkâr. Artık Kentsel Geleceğimiz için taleplerimiz aşikâr.
02.12.2007 - Dr. Uygar Özesmi
Hava aracım kentin üstünde hızla alçalıyor, ancak sadece is ve duman bulutunu delip geçen birkaç gökdelen görünüyor.Sonunda o kara buluta dalıyoruz ve binlerce ışık birden parlıyor. Yerküre’nin bu tarafı gündüz ama ışıklar yanıyor. Göz alabildiğince binalar dip dibe dizilmiş. Araç, binaların arasına dalıp aşağılara indikçe kentin tortusundan yükselen ve kentlerde alışageldiğimiz koku kesifleşiyor. İnsanlar küçücük dairelerine hapsolmuş, köstebekler gibi evleri ve işleri arasında gidip geliyorlar. Kentin içindeki devinimler bu hastalıklı büyük örgütlenmeyi ayakta tutmak için çırpınıyor. Yüzyıldır kontrolsüzce büyüyen kentler artık içinden çıkılmaz bir hale gelmiş. İnsanlık felaketini önlemek için, düzeltilmesi imkânsız olan kent yamalarla ayakta tutulmaya çalışılıyor. Dışardan, bir bakışla bana felaketin kendisi gibi görünüyor. Yeryüzü can çekişiyorYeryüzünde kent haricinde kalan bütün bölgeler kenti beslemek için birer tarım fabrikasına, çarkı döndürmek için enerji fabrikasına, hammadde sağlamak için maden çukurlarına ve tüketim için üretim fabrikasına dönüşmüş. Bütün su kaynakları bu fabrikalar ve kent için çalınmış. Yeryüzünde bir karış boş toprak ve doğa kalmamış. Yeryüzü aksırıp tıksırıyor, belki son bir nefes için çırpınıyor.2008 yılına hızla yaklaştığımız bu günlerde kentsel nüfus dünya tarihinde ilk kez toplam nüfusun yarısı olacak. Kentler gerekli yapısal değişiklikleri gerçekleştirip kendilerini dönüştürmeyi başaramazlarsa, yakın tarihte karşılaşacağımız manzara bundan farklı olmayacak. Çevresel, ekonomik ve sosyal açıdan sürdürülebilir bir kent yaratmanın anahtarı doğayı örnek almaktan geçiyor. Aynen muhteşem bir orman ekosistemi gibi kentlerin kendi enerjisini üretmek için yapraklarını açması güneşi, rüzgârı ve jeotermal enerjiyi toplaması ve enerji verimliliğini arttırması gerekiyor. Nasıl yapraklarını döken orman yaprakları ayrıştırıp besin olarak geri alıyorsa, kentlerin de geri dönüşüm ve yeniden kullanım sistemlerini kurarak hammadde ve su girişini en aza indirmesi gerekiyor. Nasıl orman yağmuru toplayıp kendini ve toprağı suyla besliyorsa, kentlerin de yağmur toplama sistemlerini kurması gerekiyor. Nasıl ormanın içinde ağaçlar ve canlılar en az hareket gerektirecek şekilde örgütleniyorsa, kent planları da ulaşım gereğini azaltmaya yönelik olmalı ve gerekli hallerde toplu ulaşım sistemleri ihtiyacı görebilmeli. Nasıl ormanın içinde açıklıklar varsa, kentlerde de sulama gerektirmeyen parklar ve bahçelerin kurulması gerekiyor. Böylece kent bahçeleri ile şehirde yaşayanlar kendi yiyeceklerinin önemli bir kısmını üretiyor hale gelebilir. Kentler için umutluyuz. Kent insanı yaratıcı. Kent insanı bilgili. Kent insanı tepkili. Kent insanı talepkâr. Artık Kentsel Geleceğimiz için taleplerimiz aşikâr.
02.12.2007 - Dr. Uygar Özesmi
İklim Değiş-me!
Aralık başı, Kuala Lumpur’dan, Bali Denpasar Havalimanı’na inerken bunaltıcı nemli bir sıcak hava saldırısına uğruyorum.Alnımdan akan ter gözlerimi yakıyor. Otele doğru yol alırken direklerde turuncu bayraklar Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (UNFCCC) ve Kyoto Protokolü Taraflar Toplantısı’nı ilan ediyor. Havalar ısınırken, toplantıdan beklenti de büyüyor. Yükselen ateşOtel odasında kanallar arasında gidip gelirken ekonomi haberlerinde duruyorum. Wall Street’ten bağlanan bir muhabir hisse senedi değerlerinin Amerika’da açıklanan istatistikler ışığında değer kazandığını anlatıyor. Üretim artmış, üretim maliyetleri düşmüş, satışlar yükselmiş, işsizlik azalmış. İyi gibi görünen bu haberin esasında ekolojik sonuçlarını düşündüğümde tüylerim ürperiyor. Haber, başka ifadeyle üçüncü dünya ülkelerinde kazılan madenlerin arttığını; petrol arama ve çıkarmanın devam ettiğini; yeraltı kaynaklarının çıkarılmasına bağlı olarak orman alanlarının ve diğer ekosistemlerin yok edildiğini; suların kirlendiğini ve sanayi kullanımının arttığını; orman alanlarının pamuk, soya fasulyesi ve palmiye yağı üretimi için kesildiğini; artan üretim için daha çok fosil yakıtlara bağlı enerji tüketildiğini ve böylece küremizin her geçen gün biraz daha ısındığını, altımızdaki ateşin büyüdüğünü anlatıyor. Tehlikeli sınırTaraflar Toplantısı’nın önüne koca bir termometre kurmuşlar, kırmızı çizginin bir akrep hızıyla yükseldiğini fark edemiyoruz. Biz ciddiye alıp, dönüp bakıncaya kadar tehlikeli kabul edilen 2 santigrat derece artış yaşanabilir. Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) verilerine göre 2 santigrat derece artış sınırını aştığımızda gezegenimiz ve özellikle Türkiye gibi en çok etkilenecek ülkeler bir felaketler zinciri ile karşı karşıya kalacak. Atmosferdeki hava dolaşımı ve okyanuslardaki su akıntıları değişmeye başlayacağı için ülkemizin büyük bölümü kuraklığa ve sıcaklığa bağlı çölleşme tehlikesi ile karşı karşıya. TEMA bu gerçeği 1996 yılından beri haykırıyor, ne yazık ki ter boşanıp, ağız kuruyuncaya kadar dinletemedi. Kaplumbağa ve tavşanDünya tavşan hızıyla koşarken biz kaplumbağa hızıyla yetişmeye çalışıyoruz. Rio’da 1992’de imzaya açılan UNFCCC’ye 188 devlet ve ayrıca Avrupa Birliği katıldı. Türkiye ancak 24 Mayıs 2004 tarihinde diğerlerine yetişti ve 189. taraf oldu. Bu arada TEMA ülkemizde iklim değişikliği bakış açısıyla Konya’da ilk gönüllü karbon yutağı ormanını, Karapınar’da ilk toprakta karbon tutumu projesini hayata geçirdi ve küresel iklim değişikliği konusunda eğitim ve iletişim projeleri yürüttü. Bu konuda oluşturduğu birikimle bu yıl Türkiye’den tek çevre STK’sı olarak başvurusu kabul edildi ve gözlemci statüsü, taraflarca 3 Aralık 2007 tarihinde onaylandı.Göğüslenecek ip nerede?UNFCCC’yi imzalar imzalamaz Türkiye Çevre ve Orman Bakanı başkanlığında İklim Değişikliği Koordinasyon Kurulu’nu oluşturdu. Kurul arada bir toplanıyor. Fakat iklim değişikliği konusunda nereye koşuyor belli değil. Türkiye’nin hedefleri ne? Neleri hangi kaynaklarla yapacak? Bu konuda açıklanmış bir bilgi yok. Bali’de ne savunacak ve neyle geri dönmek istiyor? TEMA’nın derdi verimli ve yenilenebilir enerji, her alanda değişikliğe uyum ve tabii toprak ve yaprak. Bu konuda atılan her adımın arkasındayız. Bali’de bu konularda kararlar alınırken, en önemlisi 2 santigrat derecenin altında kalmak için, gelişmiş ülkelerin 2050’ye kadar 1990 emisyonlarının yarısına inme taahhüdü. İşte göğüslenecek ip! Türkiye için mütevazı bir hedef belirleyecek olursak, 2050’de neden Avrupa 1990 emisyonlarının yarısının altında kalmayı hedeflemiyoruz? Buna ekonomik rekabet ve sanayimizin geleceği için mecburuz!Nerede kaldın Kyoto?Bali’de Kyoto Protokolü’nün taraflar toplantısı eşzamanlı sürüyor. Türkiye’den yükselen “imzala” haykırışlarına ve Başbakan’ın açıklamasına rağmen, bürokrasi durmuş durumda, bakalım ne olacak? Gelecek haftanın teması Kyoto...
09.12.2007 - Dr. Uygar Özesmi
Aralık başı, Kuala Lumpur’dan, Bali Denpasar Havalimanı’na inerken bunaltıcı nemli bir sıcak hava saldırısına uğruyorum.Alnımdan akan ter gözlerimi yakıyor. Otele doğru yol alırken direklerde turuncu bayraklar Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (UNFCCC) ve Kyoto Protokolü Taraflar Toplantısı’nı ilan ediyor. Havalar ısınırken, toplantıdan beklenti de büyüyor. Yükselen ateşOtel odasında kanallar arasında gidip gelirken ekonomi haberlerinde duruyorum. Wall Street’ten bağlanan bir muhabir hisse senedi değerlerinin Amerika’da açıklanan istatistikler ışığında değer kazandığını anlatıyor. Üretim artmış, üretim maliyetleri düşmüş, satışlar yükselmiş, işsizlik azalmış. İyi gibi görünen bu haberin esasında ekolojik sonuçlarını düşündüğümde tüylerim ürperiyor. Haber, başka ifadeyle üçüncü dünya ülkelerinde kazılan madenlerin arttığını; petrol arama ve çıkarmanın devam ettiğini; yeraltı kaynaklarının çıkarılmasına bağlı olarak orman alanlarının ve diğer ekosistemlerin yok edildiğini; suların kirlendiğini ve sanayi kullanımının arttığını; orman alanlarının pamuk, soya fasulyesi ve palmiye yağı üretimi için kesildiğini; artan üretim için daha çok fosil yakıtlara bağlı enerji tüketildiğini ve böylece küremizin her geçen gün biraz daha ısındığını, altımızdaki ateşin büyüdüğünü anlatıyor. Tehlikeli sınırTaraflar Toplantısı’nın önüne koca bir termometre kurmuşlar, kırmızı çizginin bir akrep hızıyla yükseldiğini fark edemiyoruz. Biz ciddiye alıp, dönüp bakıncaya kadar tehlikeli kabul edilen 2 santigrat derece artış yaşanabilir. Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) verilerine göre 2 santigrat derece artış sınırını aştığımızda gezegenimiz ve özellikle Türkiye gibi en çok etkilenecek ülkeler bir felaketler zinciri ile karşı karşıya kalacak. Atmosferdeki hava dolaşımı ve okyanuslardaki su akıntıları değişmeye başlayacağı için ülkemizin büyük bölümü kuraklığa ve sıcaklığa bağlı çölleşme tehlikesi ile karşı karşıya. TEMA bu gerçeği 1996 yılından beri haykırıyor, ne yazık ki ter boşanıp, ağız kuruyuncaya kadar dinletemedi. Kaplumbağa ve tavşanDünya tavşan hızıyla koşarken biz kaplumbağa hızıyla yetişmeye çalışıyoruz. Rio’da 1992’de imzaya açılan UNFCCC’ye 188 devlet ve ayrıca Avrupa Birliği katıldı. Türkiye ancak 24 Mayıs 2004 tarihinde diğerlerine yetişti ve 189. taraf oldu. Bu arada TEMA ülkemizde iklim değişikliği bakış açısıyla Konya’da ilk gönüllü karbon yutağı ormanını, Karapınar’da ilk toprakta karbon tutumu projesini hayata geçirdi ve küresel iklim değişikliği konusunda eğitim ve iletişim projeleri yürüttü. Bu konuda oluşturduğu birikimle bu yıl Türkiye’den tek çevre STK’sı olarak başvurusu kabul edildi ve gözlemci statüsü, taraflarca 3 Aralık 2007 tarihinde onaylandı.Göğüslenecek ip nerede?UNFCCC’yi imzalar imzalamaz Türkiye Çevre ve Orman Bakanı başkanlığında İklim Değişikliği Koordinasyon Kurulu’nu oluşturdu. Kurul arada bir toplanıyor. Fakat iklim değişikliği konusunda nereye koşuyor belli değil. Türkiye’nin hedefleri ne? Neleri hangi kaynaklarla yapacak? Bu konuda açıklanmış bir bilgi yok. Bali’de ne savunacak ve neyle geri dönmek istiyor? TEMA’nın derdi verimli ve yenilenebilir enerji, her alanda değişikliğe uyum ve tabii toprak ve yaprak. Bu konuda atılan her adımın arkasındayız. Bali’de bu konularda kararlar alınırken, en önemlisi 2 santigrat derecenin altında kalmak için, gelişmiş ülkelerin 2050’ye kadar 1990 emisyonlarının yarısına inme taahhüdü. İşte göğüslenecek ip! Türkiye için mütevazı bir hedef belirleyecek olursak, 2050’de neden Avrupa 1990 emisyonlarının yarısının altında kalmayı hedeflemiyoruz? Buna ekonomik rekabet ve sanayimizin geleceği için mecburuz!Nerede kaldın Kyoto?Bali’de Kyoto Protokolü’nün taraflar toplantısı eşzamanlı sürüyor. Türkiye’den yükselen “imzala” haykırışlarına ve Başbakan’ın açıklamasına rağmen, bürokrasi durmuş durumda, bakalım ne olacak? Gelecek haftanın teması Kyoto...
09.12.2007 - Dr. Uygar Özesmi
İklim Değişikliği: Ataletin bedeli!
Büyük umutla gittik Bali’ye. Türkiye bakan düzeyinde temsil edilecek ve hatta belki bir sürpriz yapıp Başbakan da gelecek ve Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda verdiği olumlu işaretin arkasında durarak, Bali’de Kyoto Protokolü’ne taraf olacağımızı açıklayacak diye. İçim burkuldu! Norveçli bir arkadaşım kendi başbakan ve iki bakanının Bali’ye ulaştığını söylediğinde... Kyoto’ya taraf olduklarını açıkladıktan sonra Avustralya Başbakanı da geldi Bali’ye. Açılış konuşmalarında tam 6 devlet başkanı ve 101 ülkenin bakanı vardı. Herkes Avustralya’yı kararından dolayı kutladı. Bizden Kyoto’ya doğru bakan yoktu...Silik, beyaz renkli isimlikİçim burkuldu! Toplantılarda ülkelerin dizildiği masalarda isimlikler var. UNFCCC’ye üye 192 ülkenin isimliklerinin çoğu parlak siyah renkli, çok azı Türkiye’ninki gibi silik beyaz renkli. Kyoto Protokolü’ne taraf olan bizimle aynı sıradaki Tuvalu ve Türkmenistan’ın da parlak siyah isimlikleri var. Kyoto Protokolü’ne taraf 176 ülke arasında biz yokuz. Kyoto Protokolü’ne katılmayan büyük ülkeler arasında sadece Türkiye ve ABD kalmış. Protokol’de salım azaltımı konusunda hukuki zorunlulukları olan ve ek-B’de yer alan 36 gelişmiş ülke var. Biz zaten bu listede yokuz, dolayısıyla taraf olsak salım azaltma konusunda hukuki zorunluluğumuz olmayacak. Taraf olsak söz hakkımız olacak ve 2012 sonrası süreçte neler olacağı konusunda uluslararası alanda söz sahibi olacağız. Açılış konuşmalarında herkesin ağız birliği ettiği “Ataletin bedeli, hareketin bedelinden daha yüksek” söylemi geliyor aklıma. UNFCCC’de geç kalmamızın bedelini yararlanamadığımız milyonlarca dolar Küresel Çevre Fonu desteği ile ödedik. Ama belki daha da önemlisi bu konuda herkes koşarken, araştırmalarını yapıp, eylem planları hazırlarken biz arkada baka kaldık. Kyoto’da bu kadar gecikmemiz ise uluslararası alanda hem söz hakkımızı hem de prestijimizi elimizden alıyor. Daha kötüsü gerekli hazırlıklara başlamazsak düşük karbon ekonomisine odaklı yeni dünyada ekonomik rekabet gücümüzü kaybedip yoksullaşacağız da. Hiç düşünmek istemiyorum ama bu tutumla devam edersek, karbona müptela ve dünyayı zehirleyen yüksek karbon teknolojilerinin dünya hukuk sistemi dışındaki karanlık kenar mahallesi de olabiliriz...Türkiye liderlerini arıyorİçim burkuldu! Almanya çıktı, göğsünü gere gere dedi ki “Ben hazırım”. Bakanlar Kurulu 5 Aralık 2007 tarihinde ortak geleceğimiz için dünyada 2050 yılında karbon salımlarının 1990 seviyesinin yarısına inmesi gerekliliği kabul ettiğini ve bunun için üzerine düşeni yaparak Almanya’da 2012’ye kadar %21, 2020’de %40 ve hatta 2050’de %80 düşürüleceği kararını verdi. Bunun için enerji verimliliği iki katına çıkarılacak ve bütün yatırımlar yenilenebilir enerjilere yönlendirilecek. Tarımdan ulaşıma bütün sektörler için hesaplamalar yapılmış, hedeflerin gerçekçi olduğuna karar verilmiş ve nelerin yapılacağı planlanmış. Karar metninden alıntı yapıyorum, “İklimin korunmasının ilerleme ve inovasyonun arkasında bir itici güç olduğuna güçlü bir şekilde inanıyoruz. İklimi korumak büyüme ve refah ile el ele gidiyor. Bunu kanıtlamaya kararlıyız”. Bu konuda ise hâlâ mahmur mahmur gözlerini ovuşturan Türkiye, vizyon sahibi ve kararlı liderini arıyor. Çok geç olmadan Cumhurbaşkanı’nın Türkiye’nin geleceğini çizecek iklim değişikliği ile mücadele ve uyum konusunda itici güç olmasını ve bütün politik ve bürokratik mekanizmayı harekete geçirmesini bekliyoruz... Kaybedecek vaktimiz yok ve kaybedecek çok şeyimiz var, ataletin bedeli hareketin bedelinden çok yüksek...
16.12.2007 - Dr. Uygar Özesmi
16.12.2007 - Dr. Uygar Özesmi
Zehirli ekonomi!
Ne kadar zehir, o kadar vergi! Zehirden ve zehir üretiminden alınan vergiler sağlık masraflarını karşılamaya yeter mi?Kaybettiğimiz sağlığımızın ve kısalan yaşamlarımızın bedeli ne? Çocuklarımızın ve torunlarımızın çekeceği acılara kaç dolar bedel biçersiniz? Biçilen değer gitgide artıyor, bir varil petrolün fiyatı 90 doları geçti.Varil varil petrol ekonomiyi ateşliyor. Yakılan varillerce petrol sadece atmosferi kirletip iklimleri değiştirmiyor, üretim zincirinde fabrikalardan çıkan varillerce zehirli atık dünyamızı ve bizi zehirliyor.Ağustos 1988, Karadeniz Sahilleri. Kumsalda ayağımıza zift gibi bulaşan ham petrol kalıntılarına tam alışmıştık ki, dalgalara kapılmış variller vurdu kıyıya. Merakla açtık ki, bir de ne görelim; kurukafa işaretleri ve İtalyanca yazılar vardı üstünde... Yetkililer gelinceye dek oynadık kanserojen maddelerle. Sonunda 337 zehirli varili depoladılar Sinop ve Samsun’da. İtalyan hükümetini razı edemedik, ne depoladıklarımızı almaya ne de denizin dibindeki 3000 varili temizlemeye. Bir gün, baskılara dayanamayan Çevre ve Orman Bakanlığı aldı, götürdü varilleri. Geride zehirli depolar ve zehirli toprak kaldı. Götürülen zehirli varillerin sonları meçhul. 7 Nisan 2006, Tuzla, İstanbul. Orhanlı beldesindeki boş bir arazide toprağa gömülü 1000 kadar zehirli varil bulundu. İçinde ilaç atıkları olduğu belirlenen varillerde kanserojen madde tespit edildi. Toprağa temas ettiği kesinleşen kanserojen maddenin suya da karışmış olmasından endişe ediliyor. Bulunan zehirli varilleri bertaraf etmenin maliyeti ise 1 milyon dolardan fazla, yani bir varilin bedeli, sana bana 1000 dolar. Ya suları temizlemenin, kansere yakalananların tedavisinin ve kaybolan yaşamların bedeli ne?16 Aralık 2007, Gebze, Kocaeli. Dükkânların önüne bırakılan zehirli varillerden yayılan kötü koku insanları paniğe sürükledi. İçinde kanserojen madde bulunduğundan endişe edilen variller emniyet kordonuna alındı. Örnekler analize gönderildi.Dün, bugün, yarın, karanlık bir gecede, bize çok yakın bir yerde. Karanlık yüzler toprağı kazıyor. Variller yuvarlanıyor, çukura düşüyor. Farları kapalı kamyon, egzozundan kara dumanlar saçarak karanlığın içinde kayboluyor.Türkiye’de yılda 2 milyon ton zehirli atık üretiliyor. Tehlikeli atıkları sözüm ona zararsız hale getirebilen bir tesis var ve yıllık kapasitesi 60 bin ton. Her gün bir başka ıssız yere atılan zehirli variller bizim ve çocuklarımızın sağlığını, geleceğini tehdit ediyor. Çözüm, zehirli atıkları sözüm ona yok ederken bacasından kalıcı organik kirleticiler saçan tesisten 30 tane daha yapmak da değil! Atık borsaları yoluyla her atığın başka bir endüstrinin girdisi olduğu döngülere dayalı sanayiler kurmak. Ve enerji ve madde verimliliğine dayalı, yenilenebilir enerjilerle dönen akılcı sanayi politikaları. Çoluk çocuğumuz için hodri meydan!
23.12.2007 - Dr. Uygar Özesmi
Ne kadar zehir, o kadar vergi! Zehirden ve zehir üretiminden alınan vergiler sağlık masraflarını karşılamaya yeter mi?Kaybettiğimiz sağlığımızın ve kısalan yaşamlarımızın bedeli ne? Çocuklarımızın ve torunlarımızın çekeceği acılara kaç dolar bedel biçersiniz? Biçilen değer gitgide artıyor, bir varil petrolün fiyatı 90 doları geçti.Varil varil petrol ekonomiyi ateşliyor. Yakılan varillerce petrol sadece atmosferi kirletip iklimleri değiştirmiyor, üretim zincirinde fabrikalardan çıkan varillerce zehirli atık dünyamızı ve bizi zehirliyor.Ağustos 1988, Karadeniz Sahilleri. Kumsalda ayağımıza zift gibi bulaşan ham petrol kalıntılarına tam alışmıştık ki, dalgalara kapılmış variller vurdu kıyıya. Merakla açtık ki, bir de ne görelim; kurukafa işaretleri ve İtalyanca yazılar vardı üstünde... Yetkililer gelinceye dek oynadık kanserojen maddelerle. Sonunda 337 zehirli varili depoladılar Sinop ve Samsun’da. İtalyan hükümetini razı edemedik, ne depoladıklarımızı almaya ne de denizin dibindeki 3000 varili temizlemeye. Bir gün, baskılara dayanamayan Çevre ve Orman Bakanlığı aldı, götürdü varilleri. Geride zehirli depolar ve zehirli toprak kaldı. Götürülen zehirli varillerin sonları meçhul. 7 Nisan 2006, Tuzla, İstanbul. Orhanlı beldesindeki boş bir arazide toprağa gömülü 1000 kadar zehirli varil bulundu. İçinde ilaç atıkları olduğu belirlenen varillerde kanserojen madde tespit edildi. Toprağa temas ettiği kesinleşen kanserojen maddenin suya da karışmış olmasından endişe ediliyor. Bulunan zehirli varilleri bertaraf etmenin maliyeti ise 1 milyon dolardan fazla, yani bir varilin bedeli, sana bana 1000 dolar. Ya suları temizlemenin, kansere yakalananların tedavisinin ve kaybolan yaşamların bedeli ne?16 Aralık 2007, Gebze, Kocaeli. Dükkânların önüne bırakılan zehirli varillerden yayılan kötü koku insanları paniğe sürükledi. İçinde kanserojen madde bulunduğundan endişe edilen variller emniyet kordonuna alındı. Örnekler analize gönderildi.Dün, bugün, yarın, karanlık bir gecede, bize çok yakın bir yerde. Karanlık yüzler toprağı kazıyor. Variller yuvarlanıyor, çukura düşüyor. Farları kapalı kamyon, egzozundan kara dumanlar saçarak karanlığın içinde kayboluyor.Türkiye’de yılda 2 milyon ton zehirli atık üretiliyor. Tehlikeli atıkları sözüm ona zararsız hale getirebilen bir tesis var ve yıllık kapasitesi 60 bin ton. Her gün bir başka ıssız yere atılan zehirli variller bizim ve çocuklarımızın sağlığını, geleceğini tehdit ediyor. Çözüm, zehirli atıkları sözüm ona yok ederken bacasından kalıcı organik kirleticiler saçan tesisten 30 tane daha yapmak da değil! Atık borsaları yoluyla her atığın başka bir endüstrinin girdisi olduğu döngülere dayalı sanayiler kurmak. Ve enerji ve madde verimliliğine dayalı, yenilenebilir enerjilerle dönen akılcı sanayi politikaları. Çoluk çocuğumuz için hodri meydan!
23.12.2007 - Dr. Uygar Özesmi
Kopmadan ayrıştırmak
Yediğimiz yiyecekler, içtiğimiz su, giydiğimiz kıyafetler, kullandığımız mobilya ve madenler, neredeyse her şey doğadan geliyorBu gezegende yaşarken kendimize ayırdığımız her şey için sırtımızı Tabiat Ana’ya dayamışız ama artık o bizim yükümüze dayanamıyor. İnsanlık olarak devrilmeden kendi ayaklarımızın üstünde durma vakti geldi de geçiyor. Nasıl dışa bağımlı bir ulusal ekonomi er geç borç altında çökerse, bizim de artık doğadan borç almayı bırakıp kendi kendimize yetmesini öğrenmemiz gerekiyor.Bir uzay istasyonunda astronotlar uzun süre dışarıdan girdi girmeden havayı ve suyu geri dönüştürerek, kendi besinlerini üreterek, gezegenden getirdikleri az kumanya ve malzeme ile hayatta kalabiliyorlarsa, bizim de bundan ders almamız gerekli. Yapmamız gereken, doğadan aldıklarımızı en aza indirerek, sadece doğanın, güneşin verdiği bereketle varlığını sürdürmek için kullandığından arta kalan artı değerleri almak. Buna kimileri koruma kullanma dengesi, kimileri sürdürülebilir kalkınma diyor. Ama iş yapmaya gelince henüz gerekli adımları atamadık gitti.
Yeniden kullanmak
Birçok adımın takip etmesi gereken en büyük adım ekonomiyi doğadan kopmadan ayrıştırmaya karar vermek. Karar vermek işin yarısıdır derler. Geri kalan yarısı için en önemli adım çöp veya atık üretmemeye karar vermek. Günlük hayatta bunun anlamı yeniden kullanmak ve geri dönüştürmek. Esasında kullandıklarımızı ayrıştırıp geri dönüştürürken ekonomimizi de doğadan ayrıştırmış oluyoruz. Yılbaşı hediyelerinin paket kağıtlarını gelecek yıl yeniden kullanmak üzere güzelce açıp düzeltip kaldırdığımızda, yoğurt kaplarını okula giden çocuğumuzun beslenme çantası için ayırdığımızda, kullandığımız cam şişeleri cam kumbarasına ve konserve kutularını teneke kumbarasına attığımızda adımlar sıklaşıyor. Üstelik daha yapabileceğimiz çok şey var; örneğin görevini tamamlayan kağıtları ve gazeteleri biriktirip, bunları toplayan TEMA gibi sivil toplum kuruluşlarına, atık yağlarımızı kapaklı kovalarda toplayıp, bunları toplayan özel kuruluşlara verebiliriz. Bitkisel ve çürüyebilen atıklarımızı ayrı bir kapaklı kovada ayrıştırır bunları bahçede veya balkonda iyice çürüterek kompost yaparak saksılarımıza toprak olarak geri dönüştürebiliriz. Pilleri mutlaka şarj edilebilir alıp, ömrünü tamamlayanları ve diğer elektronik atıklarımızı ise bunları geri dönüştüren özel tesislere gönderebiliriz. Ancak en önemlisi şüphesiz gıdalarımızı ve alışverişimizi kendi bez torbalarımızda yapmak ve mümkün olduğunca az ambalaj tüketmek, hep yeniden kullanmak.
Bizim evde yaptığımızı ise sanayinin üretim ve hatta geri dönüşüm işlemlerinde uygulaması gerek. Biz nasıl evde çöp ve atık üretmiyorsak aynı şekilde sanayi de üretirken ürettiği yan ürünleri -buna artık atık demekten dahi vazgeçmemiz gerek- başka sanayilere girdi olarak vermeli, yani geri dönüştürmeli. Bundan sonra markette aldığımız giyecekler, halılar, kağıtlar, hatta beyaz eşyaların maden aksamı ve plastikleri, boyalar geri dönüştürülmüş malzemelerden olmalı; yiyecekler ise kompostla zenginleştirilmiş organik tarım alanlarından gelmeli.
Ekonomiyi doğadan kopmadan ayrıştırmaya karar verdikten sonra evde, tarımda ve sanayide gerekli adımları atarsak sırtımız yere gelmez, doğayı sömürüp tüketen değil, doğa ile dost bir yaşam kurarız.
06.01.2008 - Dr. Uygar Özesmi
Yeniden kullanmak
Birçok adımın takip etmesi gereken en büyük adım ekonomiyi doğadan kopmadan ayrıştırmaya karar vermek. Karar vermek işin yarısıdır derler. Geri kalan yarısı için en önemli adım çöp veya atık üretmemeye karar vermek. Günlük hayatta bunun anlamı yeniden kullanmak ve geri dönüştürmek. Esasında kullandıklarımızı ayrıştırıp geri dönüştürürken ekonomimizi de doğadan ayrıştırmış oluyoruz. Yılbaşı hediyelerinin paket kağıtlarını gelecek yıl yeniden kullanmak üzere güzelce açıp düzeltip kaldırdığımızda, yoğurt kaplarını okula giden çocuğumuzun beslenme çantası için ayırdığımızda, kullandığımız cam şişeleri cam kumbarasına ve konserve kutularını teneke kumbarasına attığımızda adımlar sıklaşıyor. Üstelik daha yapabileceğimiz çok şey var; örneğin görevini tamamlayan kağıtları ve gazeteleri biriktirip, bunları toplayan TEMA gibi sivil toplum kuruluşlarına, atık yağlarımızı kapaklı kovalarda toplayıp, bunları toplayan özel kuruluşlara verebiliriz. Bitkisel ve çürüyebilen atıklarımızı ayrı bir kapaklı kovada ayrıştırır bunları bahçede veya balkonda iyice çürüterek kompost yaparak saksılarımıza toprak olarak geri dönüştürebiliriz. Pilleri mutlaka şarj edilebilir alıp, ömrünü tamamlayanları ve diğer elektronik atıklarımızı ise bunları geri dönüştüren özel tesislere gönderebiliriz. Ancak en önemlisi şüphesiz gıdalarımızı ve alışverişimizi kendi bez torbalarımızda yapmak ve mümkün olduğunca az ambalaj tüketmek, hep yeniden kullanmak.
Bizim evde yaptığımızı ise sanayinin üretim ve hatta geri dönüşüm işlemlerinde uygulaması gerek. Biz nasıl evde çöp ve atık üretmiyorsak aynı şekilde sanayi de üretirken ürettiği yan ürünleri -buna artık atık demekten dahi vazgeçmemiz gerek- başka sanayilere girdi olarak vermeli, yani geri dönüştürmeli. Bundan sonra markette aldığımız giyecekler, halılar, kağıtlar, hatta beyaz eşyaların maden aksamı ve plastikleri, boyalar geri dönüştürülmüş malzemelerden olmalı; yiyecekler ise kompostla zenginleştirilmiş organik tarım alanlarından gelmeli.
Ekonomiyi doğadan kopmadan ayrıştırmaya karar verdikten sonra evde, tarımda ve sanayide gerekli adımları atarsak sırtımız yere gelmez, doğayı sömürüp tüketen değil, doğa ile dost bir yaşam kurarız.
06.01.2008 - Dr. Uygar Özesmi
Yalıtım: Değer mi? Değer!
Usta elinde bir enfraruj ısı görüntüleyicisi ile evi bir güzel dolaştıktan sonra döndü ve dedi ki: “Yalıtıma değer, değmediğini pek görmedim”Değer kelimesi kafamda yankılandı bir anda. Değer! Hesabını yaptım, masrafı getirisini karşılar. Değer! Yalıtım malzemesinin üretimi için harcanan enerji, sağlayacağı enerji tasarrufundan çok daha az. Değer! Yaptırdığım yalıtımın evimin satış fiyatına katkısı. Değer! Benim değerlerim! Diyelim ki masraf getiriyi karşılamıyor, diyelim ki evimin değerini de artırmıyor, değer mi? Yine Değer! Daha az enerji tüketimi yurt dışına giden daha az öz değerlerim demek. Konu değerin nerede ve kimin elinde toplandığı ile ilgili. Değer! Kombim her ateşlediğinde atmosfere bacasından salınan dumandaki sera gazlarının iklim değişikliğine neden olduğunu bildiğim için. Değer! Bugünün değerleri ile hesap yaparken yarının değerlerini ve daha önemlisi kendi değerlerimizi gözden kaçırıyoruz bazen. Denklem kurmaya gerek var mı? Değer mi? Değer, ama param yoktu yapamadım, kenara para koyup tasarruf yapmaya başladım, değen yere harcamak için.Tasarruf sağlayan yatırımToplumsal bir değer olan tasarruf kültürü değişik davranış biçimlerini getiriyor. İlk aklımıza gelen kesemizi ve doğayı korumak için boşa harcamamak. Çocuklara ışıkları söndürmelerini ve aletleri kapatmalarını öğütleriz ancak kapıların altından ne kadar ısı kaçtığını düşünmeyiz. Bir evin enerji kullanımının yüzde 40 ila 70’i su ve mekân ısıtmasına veya soğutmasına gidiyor. Tasarruf aynı zamanda elimizdeki değere sahip çıkma kararı değil mi? Harcayıp harcamama kararı alırken tasarruf yapacağız diye bazen harcamamak ileride daha büyük harcamalara neden olur. Bu yüzden tasarrufun bir diğer bacağı ise tasarruf sağlayan yatırım. Bu açıdan yalıtım, boşa harcamayı engelleyen ve elimizdeki doğal varlıkları da korumaya yönelik bir yatırım. Isı yalıtımı ile beraber gelen ses yalıtımı da değer biçmesi zor ama gerçek bir değer. İnsan yaşlandıkça daha iyi anlıyor. Yalıtım için para tasarrufu yapacağım derken, apartman yönetimi bir karar aldı ve aidatları yükseltti. Canım sıkıldı. Gitti bizim tasarruf planları. Sonra işçiler çalışmaya başladı, dış cepheden matkap sesleri, gürültüler geldi. Dedim ne iş? Kafamızı şişirdiler. İskele kurmuşlar, hırsız girecek diye korktum. İki hafta sonra eve girdim, yüzüme sıcak vurdu. Kazağımı çıkartıp tişört giyecekken aklıma geldi kombiye seğirttim ve 2 seviye aşağıya aldım. Tek başıma yapamadığımı apartman sakinleri birlikte yaptık... Birlikten güç doğar; yalıt yalıtma, boşa harcama derken, örgütlenmeyi unutma! Değdi mi? Değdi!
13.01.2008 - Dr. Uygar Özesmi
13.01.2008 - Dr. Uygar Özesmi
Dünyamız tükenmeden!
Yaşamımızı sürdürmek için ihtiyaçlarımız var. Bu ihtiyaçlar beslenme, sağlık, barınma, giyinme ve eğitim olarak özetlenebilir. Tabii bu temel ihtiyaçların yanında, sevme ve sevilme, kendini güvende hissetme, başarı ve mutluluk da sıkça bayram tebriklerinde geçen temenniler arasında yer alır. Bunlar da ruhsal ihtiyaçlarımız arasında sayılır.
Günümüzde dünya kaynakları doğru dağıtılsa temel ihtiyaçların tamamını karşılamaya yetiyor. Ne yazık ki ekonomik sistemi kurgulayış biçimimizden ve ekonomik sistemin kullandığı araçların doğayı kirletip, bozup, mevcut doğal varlıkları yer yer yok etmesi nedeniyle insanların büyük bir kısmı bu ihtiyaçlarını karşılayamıyor. İnsanlık adına ve ahlâki açıdan, bizimle dünyayı paylaşan insanların ve diğer doğal varlıkların ihtiyaçlarını karşılayamıyor olması bir utanç kaynağı. Ekonomik sistemin etkisi ve toplumsal sistemdeki kurgulanış biçimi ise ruhsal ihtiyaçları tamamen karşılayacak koşulları sağlayamıyor.
Ekonomik sistemdeki temel yanlışlardan biri bir “tüketim ekonomisi” yaratılmış olması. Dünya bir tüketim çılgınlığı içinde! Tüketim ekonomisinde kişilerde veya tüzel kişiliklerde biriken artı değerler, ya daha çok tüketimi besleyen üretim için yatırıma ya da tüketimin kendisine gidiyor. Reklam sektörü ise ihtiyaçlar için insanları etraflıca bilgilendirmeden ziyade, ihtiyaç duygusu yaratma ve toplumsal statü belirleme üzerine kurulu. Sahip olma ve tüketim seviyesi ihtiyaçlarımızı karşılamaktan öte toplumsal grubumuzu ve statümüzü belirliyor. Gereksiz yere ortaya çıkan bu tüketim ise doğa üzerinde geri dönülmesi imkânsız veya çok zor ve pahalı tahribata yol açıyor. Bunun sonucunda ise paylaştığımız gezegenimiz hızla yaşanmaz hale geliyor. Sonunda bizimle beraber bu gezegeni paylaşan bütün canlıların ölmesi veya acı çekmesi söz konusu.
Tasarruf ve yetinme değerleri
Yeni bir kullanım ahlâkına veya tüketmeme ahlâkına ihtiyaç var. Tüketmek yerine kullanmaya ya da daha az kullanmaya yönelik değerlerin ise ekonomiyi şekillendirmesinin yollarını bulmalıyız. Bu kapsamda ekonomik üretime yapılan yatırımların öncelikli olarak temel ihtiyaçları en kaliteli ve düşük maliyetlerle ve çevreye en az zarar veren şekilde karşılamasına yönelik örgütlenmesi gerekiyor. Sanayinin bu değerlere göre şekillenmesi ise ancak devlet politikalarının bu yönde teşvikler vermesi ve ortak kurallar koyması ile mümkün. Reklam sektörü ise toplumsal ve çevresel fayda üzerine kurgulanmalı. Nasıl tütün reklamlarına yönelik düzenlemeler varsa aynı şekilde reklam içerikleri ve yoğunluğuna dair düzenlemelerin de bu yeni toplumsal ve değerler çerçevesinde şekillenmesi gerekli. Bu değerler çerçevesinde toplumsal statü ise ne kadar tükettiğimizle değil, ne kadar az kullandığımızla belirlenir hale gelmeli.
Toplumsal bilincin daha az kullanmaya göre geliştirilmesi ise evden başlayıp yüksek öğrenime kadar devam eden eğitim sürecinde bu değerlerin içselleştirilmesi ile mümkün. Gereğinden fazla ve doğal varlıklar üzerine yük getiren kullanımların toplumsal açıdan kabul edilemez hale gelmesi ne yazık ki zaman alacaktır. Ancak buna yönelik politikaların bugünden hayata geçmesi ile ancak dünyanın içinde bulunduğu çıkmazdan kurtulması mümkün. Hemen tüketimden vazgeçmeli; yeni bir tasarruf ve yetinme değerlerine sahip toplumsal dönüşümü gerçekleştirmeliyiz, dünyamız tükenmeden!
20.01.2008 - Dr. Uygar Özesmi
Günümüzde dünya kaynakları doğru dağıtılsa temel ihtiyaçların tamamını karşılamaya yetiyor. Ne yazık ki ekonomik sistemi kurgulayış biçimimizden ve ekonomik sistemin kullandığı araçların doğayı kirletip, bozup, mevcut doğal varlıkları yer yer yok etmesi nedeniyle insanların büyük bir kısmı bu ihtiyaçlarını karşılayamıyor. İnsanlık adına ve ahlâki açıdan, bizimle dünyayı paylaşan insanların ve diğer doğal varlıkların ihtiyaçlarını karşılayamıyor olması bir utanç kaynağı. Ekonomik sistemin etkisi ve toplumsal sistemdeki kurgulanış biçimi ise ruhsal ihtiyaçları tamamen karşılayacak koşulları sağlayamıyor.
Ekonomik sistemdeki temel yanlışlardan biri bir “tüketim ekonomisi” yaratılmış olması. Dünya bir tüketim çılgınlığı içinde! Tüketim ekonomisinde kişilerde veya tüzel kişiliklerde biriken artı değerler, ya daha çok tüketimi besleyen üretim için yatırıma ya da tüketimin kendisine gidiyor. Reklam sektörü ise ihtiyaçlar için insanları etraflıca bilgilendirmeden ziyade, ihtiyaç duygusu yaratma ve toplumsal statü belirleme üzerine kurulu. Sahip olma ve tüketim seviyesi ihtiyaçlarımızı karşılamaktan öte toplumsal grubumuzu ve statümüzü belirliyor. Gereksiz yere ortaya çıkan bu tüketim ise doğa üzerinde geri dönülmesi imkânsız veya çok zor ve pahalı tahribata yol açıyor. Bunun sonucunda ise paylaştığımız gezegenimiz hızla yaşanmaz hale geliyor. Sonunda bizimle beraber bu gezegeni paylaşan bütün canlıların ölmesi veya acı çekmesi söz konusu.
Tasarruf ve yetinme değerleri
Yeni bir kullanım ahlâkına veya tüketmeme ahlâkına ihtiyaç var. Tüketmek yerine kullanmaya ya da daha az kullanmaya yönelik değerlerin ise ekonomiyi şekillendirmesinin yollarını bulmalıyız. Bu kapsamda ekonomik üretime yapılan yatırımların öncelikli olarak temel ihtiyaçları en kaliteli ve düşük maliyetlerle ve çevreye en az zarar veren şekilde karşılamasına yönelik örgütlenmesi gerekiyor. Sanayinin bu değerlere göre şekillenmesi ise ancak devlet politikalarının bu yönde teşvikler vermesi ve ortak kurallar koyması ile mümkün. Reklam sektörü ise toplumsal ve çevresel fayda üzerine kurgulanmalı. Nasıl tütün reklamlarına yönelik düzenlemeler varsa aynı şekilde reklam içerikleri ve yoğunluğuna dair düzenlemelerin de bu yeni toplumsal ve değerler çerçevesinde şekillenmesi gerekli. Bu değerler çerçevesinde toplumsal statü ise ne kadar tükettiğimizle değil, ne kadar az kullandığımızla belirlenir hale gelmeli.
Toplumsal bilincin daha az kullanmaya göre geliştirilmesi ise evden başlayıp yüksek öğrenime kadar devam eden eğitim sürecinde bu değerlerin içselleştirilmesi ile mümkün. Gereğinden fazla ve doğal varlıklar üzerine yük getiren kullanımların toplumsal açıdan kabul edilemez hale gelmesi ne yazık ki zaman alacaktır. Ancak buna yönelik politikaların bugünden hayata geçmesi ile ancak dünyanın içinde bulunduğu çıkmazdan kurtulması mümkün. Hemen tüketimden vazgeçmeli; yeni bir tasarruf ve yetinme değerlerine sahip toplumsal dönüşümü gerçekleştirmeliyiz, dünyamız tükenmeden!
20.01.2008 - Dr. Uygar Özesmi
Organik Tarım: Kilit taşı
Bundan tam 12 yıl önce doktorama devam ederken aldığım sürdürülebilir tarım dersleri serisinin ilk günündeyimÖnümde numaralandırılmış 6 karton süt var. Elime bir bardak tutuşturdular ve hepsini tadarak en lezzetliden başlayarak liste yapmamı istediler. Hepsini tadıp listemi yaptım. Sonra numaralara göre markalar çıktı ortaya. Listemde ilk üç sıra organik süt çıktı, diğerleri ise konvansiyonel. Üstelik ilk iki sırada yer alanlar, organik meralarda beslenen ineklerden geliyordu. Yani inekler içeride yani ahırda değil, geniş rotasyonlu doğal merada besleniyormuş. O derste çok sayıda al yanaklı çocukları olan, organik üretim yapan çiftçileri de ziyaret ettik. Hepsi yaptıkları işten çok gurur duyuyordu. Yüzlerinde neşe, gönüllerinde ferahlık vardı.Yıllar sonra TEMA Vakfı’nın da organik ürünlerini sergilediği Buğday Derneği’nin Feriköy’deki yüzde 100 Ekolojik Halk Pazarı’na gittim. Orada ürünlerini satan çiftçilerin de yüzlerinde gurur vardı. Topluma sağlıklı ve doğaya dost ürünler yetiştirmenin hazzını yaşıyorlardı. Zeytinyağı satan Feridun kulağıma eğildi ve dedi ki: “Buraya gelme gitme parasından zarar ediyoruz ama bir gün herkes doğrusunun organik ürün olduğunu öğrenecek.” Artık gide gele dost olduğum, lezzetli ve sağlıklı zeytinyağıyla beslendiğim Feridun artık sanıyorum ekmek parasını çıkarmayı başarıyor. Bir gün bütün çiftçiler doğa ile dost ve sağlıklı organik ürünler yetiştirmeye başlayacak, ancak bunun için bizim de bu ürünleri tercih etmemiz gerekiyor.Organik ürün ve iklim ilişkisiŞu anda, dünya karasal yüzeyinin yüzde 40’ında tarım yapıldığı söyleniyor. Ne büyük bir rakam; insanın inanası gelmiyor ama bir uçağa binip de yeryüzüne şöyle bir bakınca da haklı olabileceklerini düşünüyorum. Doğaya yer bırakmamışız. Bunca alanda, konvansiyonel tarımla basıyoruz suni gübreyi, ilacı, yarıyoruz toprağı koca koca pulluklarla. Aşırı kullanılan suni gübreler ve ilaçlar yeraltı ve yerüstü suyumuzu kirletiyor, azot oksitler atmosfere karışıyor ve küresel iklim değişikliğine neden oluyor. Ölen toprağın içinde humus birikemiyor ve yardıkça toprağı pulluklarla, yanıp, karbondioksit olarak yine havaya yayılıyor ve iklim değişikliğine neden oluyor; kuraklık artıyor. İlaç kalıntıları ile soframıza gelen gıdalar ise sağlık riski oluşturuyor. Çok şükür ülkemizde henüz üretilmediği söylense de başka ülkelerden ithal ettiğimiz genetiği değiştirilmiş mısır gibi ürünler hayvanları besliyor ve üstelik gıda endüstrisinde de kullanılıyor olabilir. Bunun doğaya ve sağlığımıza risklerini de henüz bilmiyoruz. Hâlâ genetiği değiştirilmiş organizmalara (GDO) dair yasa da çıkmadı üstelik.Halbuki biz organik tarım yapıp doğal hayvan gübresi kullansak, kompost yapıp atsak tarlalara, topraktaki karbon, yani organik madde artacak. İklim değişikliği de azalacak. Suni ilaçlar yerine doğal ve geleneksel yöntemler kullansak, tarlalarda hayat bulmaya çalışan diğer bitkileri ve hayvanları, toprağı, suyu ve sağlığımızı korumuş olacağız. Genetiği değiştirilmiş tohumlar yerine bizim koşullarımıza en iyi uyum sağlamış atalık tohumları kullansak o zaman doğa ile dost olur, gereksiz sağlık risklerine de girmemiş oluruz. Üstelik zaman geçtikçe ve toprak yeniden hayat buldukça organik tarımda -yıllar itibariyle- verim konvansiyonel tarımı da geçebiliyor.Organik ürünlere talep git gide artıyor, çünkü insanlar organik üretimin doğa ile dost ve sağlıklı olduğunu öğreniyor. Ne kadar çok organik tarım ve ürün, o kadar çok canlı toprak, temiz su, güzel hava ve sağlık. Öte yandan unutmamak gerek ekonominin kökü tarımdır. Bu nedenle organik tarım yok olmakta olan dünyada ekonomiyi ayakta tutabilecek tek kilit taşı.
27.01.2008 - Dr. Uygar Özesmi
27.01.2008 - Dr. Uygar Özesmi
4 Şubat 2008 Pazartesi
Kuş Gribi: Sınırı aşmak
Sesi kısık yaşlı baba anlatıyor: “İki oğlum beni ziyaret ettikten sonra kente dönmek üzere otobüse bindiler uğurladım, sonra bir daha görmedim onları, ateşlenmişler, ilerdeki kasabada indirmişler, hastaneye yatırmışlar, ertesi gün kireçli bir mezara yan yana gömmüşler”. Oğullarını ebola virüsü yüzünden kaybeden baba, doktorların ölüm nedenini iki gencin pazardan alıp yedikleri avlanmış maymun etine bağladıklarını söylüyor ve ekliyor: “Tehlikeli ama yiyoruz hâlâ işte.”
İnsanlık tabularla var olmuş. Ensest ve yakın akraba evliliklerinden uzak durmuşuz çünkü doğa bize bunun sonuçlarını çok acı göstermiş. Suyun başına pislememişiz çünkü aktığı yerde insanlar hasta olmuş ve sonra bulaşmış o hastalıklar. Tabular onurlu bir şekilde var olmamız için bir sınır çizmiş...
Sibirya tundralarından güneye ve sonra tekrar kuzeye göç eden kuşların konakladığı sulakalanları ya kuruttuk yok ettik ya da pirinç tarlalarına çevirdik. Sonra tarlalardan başka konaklayacak yeri kalmayan ördekler ve kazlarla temasımız arttı. Yaban ördekleri ve kazlar kadar virüslere dirençli olmayan kümes hayvanları ise kolayca hastalanıp bize taşıdı virüsleri. Yabanın doğal ve zararsız parçası bizim son nefesimiz oldu, sınırlarımızı bilmediğimiz için.
Bununla kalmadı, bir zamanlar çiftliğin doğal parçası olarak döngülerini bütünleyen, geleneksel çiftlik ailesinin doğal parçası olan hayvanları kocaman, konsantrasyon kampı benzeri kümeslere hapsedip binlercesini ürettik. Sonra kamyonlara doldurduk, dağıttık binlerce kilometre ötelere. Sadece yasadışı canlı hayvan ticareti ile virüsü yaymakla kalmadık yeryüzüne, onurlu çiftlik ailemizin fertlerini endüstrinin çarklarına ve ticaretin metalaştırmasına teslim ettik.
Kış günü göldeki su kuşlarını teleskopla sayıyorum... Her yıl kuş gözlemcilerinin yaptığı bu çalışma ile kuşların sayılarındaki artış ve azalmalar belirleniyor. Birden bir patlama ile önümdeki büyük sürü kalkıyor. Arkadaki zor uçan, hasta ördek bir saçmayla düşüyor aşağı. Saymayı bırakıp teleskopla takip ediyorum. Avcının saklandığı gömeden bir köpek çıkıyor, çırpınan ördeği yakalıyor, dişleri arasında can çekişirken götürüyor, avcının önüne bırakıyor. Düşünüyorum, karın huzurlu dinginliğinde gerçekleşen bu kasti ve gereksiz şiddetin cezasını doğa nasıl verecek diye... Bir de virüs, hasta ördekten insana bulaştıktan sonra mutasyonlar sonucu, insandan insana bulaşıcı hale gelirse o zaman büyük bir salgın tehlikesinin sınırını aştık demek...
İnsanlık bugün onurun bittiği sınırlara çok yaklaştı. Onurlu yaşamlar sürmek için artık sadece akrabalarımızın etini yememek yetmiyor. Artık atılması gereken büyük ortak adımlar var. Gerçekleştirilmesi zorunlu çok büyük toplumsal dönüşümler var. Adımların her alanda büyük cesaretle atılması gerek. Tüketim için kitlesel hayvan yetiştirmekten konvansiyonel tarıma, nükleer enerjiden kömür santraline, ticari sağlık endüstrisinden madenciliğe, kimya sanayinden silah endüstrisine kadar pek çok alanda tabular gerek; sınırı aşmamak gerek...
Sınıra ayağımız değdi, mesele onur meselesi!
03.02.2008 - Dr. Uygar Özesmi
İnsanlık tabularla var olmuş. Ensest ve yakın akraba evliliklerinden uzak durmuşuz çünkü doğa bize bunun sonuçlarını çok acı göstermiş. Suyun başına pislememişiz çünkü aktığı yerde insanlar hasta olmuş ve sonra bulaşmış o hastalıklar. Tabular onurlu bir şekilde var olmamız için bir sınır çizmiş...
Sibirya tundralarından güneye ve sonra tekrar kuzeye göç eden kuşların konakladığı sulakalanları ya kuruttuk yok ettik ya da pirinç tarlalarına çevirdik. Sonra tarlalardan başka konaklayacak yeri kalmayan ördekler ve kazlarla temasımız arttı. Yaban ördekleri ve kazlar kadar virüslere dirençli olmayan kümes hayvanları ise kolayca hastalanıp bize taşıdı virüsleri. Yabanın doğal ve zararsız parçası bizim son nefesimiz oldu, sınırlarımızı bilmediğimiz için.
Bununla kalmadı, bir zamanlar çiftliğin doğal parçası olarak döngülerini bütünleyen, geleneksel çiftlik ailesinin doğal parçası olan hayvanları kocaman, konsantrasyon kampı benzeri kümeslere hapsedip binlercesini ürettik. Sonra kamyonlara doldurduk, dağıttık binlerce kilometre ötelere. Sadece yasadışı canlı hayvan ticareti ile virüsü yaymakla kalmadık yeryüzüne, onurlu çiftlik ailemizin fertlerini endüstrinin çarklarına ve ticaretin metalaştırmasına teslim ettik.
Kış günü göldeki su kuşlarını teleskopla sayıyorum... Her yıl kuş gözlemcilerinin yaptığı bu çalışma ile kuşların sayılarındaki artış ve azalmalar belirleniyor. Birden bir patlama ile önümdeki büyük sürü kalkıyor. Arkadaki zor uçan, hasta ördek bir saçmayla düşüyor aşağı. Saymayı bırakıp teleskopla takip ediyorum. Avcının saklandığı gömeden bir köpek çıkıyor, çırpınan ördeği yakalıyor, dişleri arasında can çekişirken götürüyor, avcının önüne bırakıyor. Düşünüyorum, karın huzurlu dinginliğinde gerçekleşen bu kasti ve gereksiz şiddetin cezasını doğa nasıl verecek diye... Bir de virüs, hasta ördekten insana bulaştıktan sonra mutasyonlar sonucu, insandan insana bulaşıcı hale gelirse o zaman büyük bir salgın tehlikesinin sınırını aştık demek...
İnsanlık bugün onurun bittiği sınırlara çok yaklaştı. Onurlu yaşamlar sürmek için artık sadece akrabalarımızın etini yememek yetmiyor. Artık atılması gereken büyük ortak adımlar var. Gerçekleştirilmesi zorunlu çok büyük toplumsal dönüşümler var. Adımların her alanda büyük cesaretle atılması gerek. Tüketim için kitlesel hayvan yetiştirmekten konvansiyonel tarıma, nükleer enerjiden kömür santraline, ticari sağlık endüstrisinden madenciliğe, kimya sanayinden silah endüstrisine kadar pek çok alanda tabular gerek; sınırı aşmamak gerek...
Sınıra ayağımız değdi, mesele onur meselesi!
03.02.2008 - Dr. Uygar Özesmi
Çağın farkında olmak!
Öyle zamanlar vardır ki büyük değişikliklere gebedir. Sanki zamanın döngüsü kendi yükü altında ezilirO gerginliği hissedenler önümüzde açılmaya başlayan geleceğin nereye gideceğinden endişelidir. Çünkü o gelecek olumlu bir dünya yaratabilecekken bir hızlı çöküşe doğru da gidebilir. İkinci Dünya Savaşı öncesinde dünya kaynaklarının paylaşımı üzerine gelişen hızlı değişim sırasında biliyoruz ki, Alman halkının büyük çoğunluğu kendilerini ve dünyayı bekleyen felaketin farkında değildi. Aydınlar sürekli haykırsa da, ancak savaşın yok ettiği yaşamlar ve soykırıma dair utanç verici görüntüler ortaya çıkığında, bu sözde uygar toplum yaşadığı çağın farkına vardı... Yıllar sonra kızı babasına “Sen o dönemde ne yaptın?” diye sorduğunda, yüzü kızardı utandı! Dünya’nın en saygın bilim adamları, bugün içinde yaşadığımız vahşeti bize bütün çıplaklığıyla anlatıyor. Bu yıl, Bali’de Birleşmiş Milletler İklim Konferansı’nda gençler kürsüye çıktı ve “Kral çıplak” dedi. Bilim adamları, çocuklar, gençler, toplumu sorgulayanlar, aydınlar çağın farkında. Dünya genelinde ekonomik, sosyal ve ekolojik felaketleri tetikleyecek tehlikeli iklim değişikliğine hızla yaklaştığımızı görüyorlar. Çocuklarımız hatta biz, tehlikeli iklim değişikliği sonucunda büyük acılar çekebiliriz. Bundan 50 yıl sonra oğlu annesine sorduğunda “Anne sen ne yaptın?” diye, ya sarılıp “Hep beraber mücadele ettik” diyecek ya da elleriyle yüzünü kapayacak!2007 yılı ülkemiz için sıcak ve kurak bir yıldı. Dünya gündemi iklim değişikliği ile çalkalandı. Bununla birlikte kuraklık konusunda hassasiyet arttı ve TEMA Vakfı’nın da üyesi olduğu Tarım ve Köyişleri Bakanlığı Tarımsal Kuraklık Koordinasyon Kurulu çalışmalara başladı. TEMA Vakfı’nın İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile beraber yaptığı suyunu boşa harcama kampanyası sayesinde İstanbul’da yaşayanlar 18 milyon ton -bir Elmalı Barajı kadar- su tasarrufu yaptı. Bu sayede İstanbul’da sular kesilmezken, Ankara’da sular kesildi, vatandaş mağdur oldu ve sağlık riskleri doğdu. Meclis’ten ‘Nükleer Yasa’ geçti...Kuraklığa bağlı olarak orman yangınları geçmiş yıllara göre çok daha fazlaydı. Yanan ormanların yanında, her geçen gün artan özel taşıtlarla, açılan termik santrallerle, atmosferdeki sera gazları bu yıl da hızlanarak arttı. Muhtelif yerlerde zehirli variller bulundu. Verimli tarım arazilerinin amaç dışı kullanımını önlemek üzere İl Toprak Koruma Kurulları arı gibi çalıştı, arazilerin bir kısmını kurtardı. Ancak kanunda yapılmak istenen değişiklikle yabancı yatırımcıya özel af getirilmeye çalışıldı ve bu girişimler şimdilik durduruldu. Bu arada yıllardır işgal edilen orman arazilerine fiili af getiren Orman Kanunu’ndaki 2B maddesinin uygulanması gündeme geldi. Buna karşı ormanların işgalcilere satışını durdurmak üzere süren imza kampanyası 1 milyona yaklaştı. Anayasa Mahkemesi de Turizm Teşvik Kanunu’nda orman arazilerinin tahsisini mümkün kılan maddeleri iptal etti. Çevre ve Orman Bakanlığı TEMA Vakfı’nın yıllardır istediği ağaçlandırma seferberliğini başlattı. Vakıf, bunun gerçekleşmesi için desteğini sürdürürken süreci de izlemeye devam ediyor.Gelişmiş ülkeler nükleer santraller yerine enerji verimliliği ve yenilenebilir enerjiye yatırım yaparken Meclis’ten “Nükleer Yasa” geçti. Olumlu bir gelişme ise -istediğimiz kadar güçlü olmasa da- “Yenilenebilir Enerji” ve “Enerji Verimliliği” yasalarının yürürlüğe girmesiydi. Önümüzdeki yıl, eksik kalan yönetmeliklerin çıkmasını ve enerji verimliliği ve yenilenebilir enerji konusunda somut hedef ve stratejilerin ortaya konmasını bekliyoruz.Çoğu kötü; pek azı iyi haber - buz dağının tepesi misali... Bilimciler 1980’den beri dünyanın kendini yenileme kapasitesini aştığını söylüyor. Görmediğimiz, küçük gibi görünen ama büyük felaketler dünyanın altını oyuyor. Kokusu olmayan ve gözle görülmeyen zehirli organik ve kimyasal bileşikler doğaya salınıyor, genetiği ile değiştirilmiş organizmalar dünyaya yayılıyor, ülkemiz sınırlarından bile kaçak giriyor. Sinsi bir düşman olan erozyon her geçen gün topraklarımızı alıp götürüyor ve gıda güvenliğimizi tehlikeye atıyor. Bunların ve daha fazlasının nedeni ise içine girdiğimiz tüketim çılgınlığı ve hep daha fazlasını istememiz. Çağın farkında olanların yapması gereken azla yetinmek, çokça vermek, tüketmemek, kullanmak, yeniden kullanmak, dönüştürmek ve dünyayı döndürmek. Mutlu yıllara...
30.12.2007 - Dr. Uygar Özesmi
Öyle zamanlar vardır ki büyük değişikliklere gebedir. Sanki zamanın döngüsü kendi yükü altında ezilirO gerginliği hissedenler önümüzde açılmaya başlayan geleceğin nereye gideceğinden endişelidir. Çünkü o gelecek olumlu bir dünya yaratabilecekken bir hızlı çöküşe doğru da gidebilir. İkinci Dünya Savaşı öncesinde dünya kaynaklarının paylaşımı üzerine gelişen hızlı değişim sırasında biliyoruz ki, Alman halkının büyük çoğunluğu kendilerini ve dünyayı bekleyen felaketin farkında değildi. Aydınlar sürekli haykırsa da, ancak savaşın yok ettiği yaşamlar ve soykırıma dair utanç verici görüntüler ortaya çıkığında, bu sözde uygar toplum yaşadığı çağın farkına vardı... Yıllar sonra kızı babasına “Sen o dönemde ne yaptın?” diye sorduğunda, yüzü kızardı utandı! Dünya’nın en saygın bilim adamları, bugün içinde yaşadığımız vahşeti bize bütün çıplaklığıyla anlatıyor. Bu yıl, Bali’de Birleşmiş Milletler İklim Konferansı’nda gençler kürsüye çıktı ve “Kral çıplak” dedi. Bilim adamları, çocuklar, gençler, toplumu sorgulayanlar, aydınlar çağın farkında. Dünya genelinde ekonomik, sosyal ve ekolojik felaketleri tetikleyecek tehlikeli iklim değişikliğine hızla yaklaştığımızı görüyorlar. Çocuklarımız hatta biz, tehlikeli iklim değişikliği sonucunda büyük acılar çekebiliriz. Bundan 50 yıl sonra oğlu annesine sorduğunda “Anne sen ne yaptın?” diye, ya sarılıp “Hep beraber mücadele ettik” diyecek ya da elleriyle yüzünü kapayacak!2007 yılı ülkemiz için sıcak ve kurak bir yıldı. Dünya gündemi iklim değişikliği ile çalkalandı. Bununla birlikte kuraklık konusunda hassasiyet arttı ve TEMA Vakfı’nın da üyesi olduğu Tarım ve Köyişleri Bakanlığı Tarımsal Kuraklık Koordinasyon Kurulu çalışmalara başladı. TEMA Vakfı’nın İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile beraber yaptığı suyunu boşa harcama kampanyası sayesinde İstanbul’da yaşayanlar 18 milyon ton -bir Elmalı Barajı kadar- su tasarrufu yaptı. Bu sayede İstanbul’da sular kesilmezken, Ankara’da sular kesildi, vatandaş mağdur oldu ve sağlık riskleri doğdu. Meclis’ten ‘Nükleer Yasa’ geçti...Kuraklığa bağlı olarak orman yangınları geçmiş yıllara göre çok daha fazlaydı. Yanan ormanların yanında, her geçen gün artan özel taşıtlarla, açılan termik santrallerle, atmosferdeki sera gazları bu yıl da hızlanarak arttı. Muhtelif yerlerde zehirli variller bulundu. Verimli tarım arazilerinin amaç dışı kullanımını önlemek üzere İl Toprak Koruma Kurulları arı gibi çalıştı, arazilerin bir kısmını kurtardı. Ancak kanunda yapılmak istenen değişiklikle yabancı yatırımcıya özel af getirilmeye çalışıldı ve bu girişimler şimdilik durduruldu. Bu arada yıllardır işgal edilen orman arazilerine fiili af getiren Orman Kanunu’ndaki 2B maddesinin uygulanması gündeme geldi. Buna karşı ormanların işgalcilere satışını durdurmak üzere süren imza kampanyası 1 milyona yaklaştı. Anayasa Mahkemesi de Turizm Teşvik Kanunu’nda orman arazilerinin tahsisini mümkün kılan maddeleri iptal etti. Çevre ve Orman Bakanlığı TEMA Vakfı’nın yıllardır istediği ağaçlandırma seferberliğini başlattı. Vakıf, bunun gerçekleşmesi için desteğini sürdürürken süreci de izlemeye devam ediyor.Gelişmiş ülkeler nükleer santraller yerine enerji verimliliği ve yenilenebilir enerjiye yatırım yaparken Meclis’ten “Nükleer Yasa” geçti. Olumlu bir gelişme ise -istediğimiz kadar güçlü olmasa da- “Yenilenebilir Enerji” ve “Enerji Verimliliği” yasalarının yürürlüğe girmesiydi. Önümüzdeki yıl, eksik kalan yönetmeliklerin çıkmasını ve enerji verimliliği ve yenilenebilir enerji konusunda somut hedef ve stratejilerin ortaya konmasını bekliyoruz.Çoğu kötü; pek azı iyi haber - buz dağının tepesi misali... Bilimciler 1980’den beri dünyanın kendini yenileme kapasitesini aştığını söylüyor. Görmediğimiz, küçük gibi görünen ama büyük felaketler dünyanın altını oyuyor. Kokusu olmayan ve gözle görülmeyen zehirli organik ve kimyasal bileşikler doğaya salınıyor, genetiği ile değiştirilmiş organizmalar dünyaya yayılıyor, ülkemiz sınırlarından bile kaçak giriyor. Sinsi bir düşman olan erozyon her geçen gün topraklarımızı alıp götürüyor ve gıda güvenliğimizi tehlikeye atıyor. Bunların ve daha fazlasının nedeni ise içine girdiğimiz tüketim çılgınlığı ve hep daha fazlasını istememiz. Çağın farkında olanların yapması gereken azla yetinmek, çokça vermek, tüketmemek, kullanmak, yeniden kullanmak, dönüştürmek ve dünyayı döndürmek. Mutlu yıllara...
30.12.2007 - Dr. Uygar Özesmi
KARDOĞA BASIN DUYURUSU
Dokuz çevreci sivil toplum kuruluşu tarafından oluşturulan Kardoğa Federasyonu 02 Şubat 2008 tarihinde Giresun’da yapılan Genişletilmiş Yönetim Kurulu Toplantısı’nda, Karadeniz’in çevresel durumu ve alınması gereken önlemler konusunda değerlendirmeler yapmıştır.
Buna göre:
Karadeniz’in temel çevre sorunları devam etmektedir. Başta katı atıklar olmak üzere doğa düşmanı yerleşim politikaları ve doğal alan kayıplarının neden olduğu çevre sorunlarının ağırlığı gün geçtikçe daha fazla hissedilmektedir. Diğer yandan maden çıkarımı ve enerji projeleri de Karadeniz’in yeni dönemdeki en önemli sorunları haline gelmesi beklenmektedir.
Artvin Cerrattepe’deki madencilik faaliyetleri, Rize’de Heliski Turizmi, Trabzon’da yok olmaya yüz tutan tarihi ve kültürel yapı, Giresun, Artvin ve Ordu’nun katı atık sorunu, Samsun’da Mobil Termik Santral, çevre birliği açısından Karadeniz’in sıcak noktaları olmaya devam etmektedir.
Yaylaları yollarla birbirine bağlama gibi doğa katliamına neden olacak yaklaşımlar ise Ayder ve Uzungöl’den ders alınamadığının bir örneği olarak karşımıza çıkmaktadır.
Ağırlığı gittikçe artan çevre sorunları karşısında federasyonumuz 2008 yılı içinde öncelikle Karadeniz’deki enerji projelerinde, enerjinin etkin olarak kullanılması konusunda ortak bir çalışma yapmayı planlamıştır. Bu çerçevede Sinop’ta yeniden gündeme gelen Nükleer Santral, Samsun’da doğa tahribatına devam eden Mobil Termik Santral, sayıları 600’ü bulan HES Projeleri ile Çoruh, Harşit ve Melet gibi nehirler üzerinde yer alan baraj projeleri, Karadeniz’in hassas Eko-Sistem’i için birer tehlike olarak görülmektedir.
Bununla birlikte Karadeniz’in çevre durumu ile ilgili bir rapor hazırlanarak Dünya Çevre Günü olan 5 Haziran 2008’’de kamuoyu ile paylaşılacaktır.
Federasyonumuz yaşanan her türlü çevre sorununun temelinde eğitim ve bilinç eksikliğinin yattığına inanarak 2008’de de Karadenizde çevre bilincinin geliştirilmesi konusunda faaliyetlerini sürdürmeye devam edecektir.
Kamuoyuna saygıyla duyurulur. 03.02.2008
KARDOĞA DERNEKLERİ
Türkiye Çevre Koruma ve Yeşillendirme Kurumu (İstanbul)
Kaçkar Dağcılık Rafting Spor Kulübü (Rize)
Yeşil Artvin Derneği (Artvin)
Ordu Doğa Aktiviteleri Derneği
Samsun Doğayı Koruma Derneği
Doğa ve Yaban Hayatı Koruma Derneği (Samsun)
Giresun Deniz Dağcılık Spor Kulübü
Trabzon Tenis Dağcılık Kayak Kulübü
Karadeniz Çevrecileri Derneği (Trabzon)
Dokuz çevreci sivil toplum kuruluşu tarafından oluşturulan Kardoğa Federasyonu 02 Şubat 2008 tarihinde Giresun’da yapılan Genişletilmiş Yönetim Kurulu Toplantısı’nda, Karadeniz’in çevresel durumu ve alınması gereken önlemler konusunda değerlendirmeler yapmıştır.
Buna göre:
Karadeniz’in temel çevre sorunları devam etmektedir. Başta katı atıklar olmak üzere doğa düşmanı yerleşim politikaları ve doğal alan kayıplarının neden olduğu çevre sorunlarının ağırlığı gün geçtikçe daha fazla hissedilmektedir. Diğer yandan maden çıkarımı ve enerji projeleri de Karadeniz’in yeni dönemdeki en önemli sorunları haline gelmesi beklenmektedir.
Artvin Cerrattepe’deki madencilik faaliyetleri, Rize’de Heliski Turizmi, Trabzon’da yok olmaya yüz tutan tarihi ve kültürel yapı, Giresun, Artvin ve Ordu’nun katı atık sorunu, Samsun’da Mobil Termik Santral, çevre birliği açısından Karadeniz’in sıcak noktaları olmaya devam etmektedir.
Yaylaları yollarla birbirine bağlama gibi doğa katliamına neden olacak yaklaşımlar ise Ayder ve Uzungöl’den ders alınamadığının bir örneği olarak karşımıza çıkmaktadır.
Ağırlığı gittikçe artan çevre sorunları karşısında federasyonumuz 2008 yılı içinde öncelikle Karadeniz’deki enerji projelerinde, enerjinin etkin olarak kullanılması konusunda ortak bir çalışma yapmayı planlamıştır. Bu çerçevede Sinop’ta yeniden gündeme gelen Nükleer Santral, Samsun’da doğa tahribatına devam eden Mobil Termik Santral, sayıları 600’ü bulan HES Projeleri ile Çoruh, Harşit ve Melet gibi nehirler üzerinde yer alan baraj projeleri, Karadeniz’in hassas Eko-Sistem’i için birer tehlike olarak görülmektedir.
Bununla birlikte Karadeniz’in çevre durumu ile ilgili bir rapor hazırlanarak Dünya Çevre Günü olan 5 Haziran 2008’’de kamuoyu ile paylaşılacaktır.
Federasyonumuz yaşanan her türlü çevre sorununun temelinde eğitim ve bilinç eksikliğinin yattığına inanarak 2008’de de Karadenizde çevre bilincinin geliştirilmesi konusunda faaliyetlerini sürdürmeye devam edecektir.
Kamuoyuna saygıyla duyurulur. 03.02.2008
KARDOĞA DERNEKLERİ
Türkiye Çevre Koruma ve Yeşillendirme Kurumu (İstanbul)
Kaçkar Dağcılık Rafting Spor Kulübü (Rize)
Yeşil Artvin Derneği (Artvin)
Ordu Doğa Aktiviteleri Derneği
Samsun Doğayı Koruma Derneği
Doğa ve Yaban Hayatı Koruma Derneği (Samsun)
Giresun Deniz Dağcılık Spor Kulübü
Trabzon Tenis Dağcılık Kayak Kulübü
Karadeniz Çevrecileri Derneği (Trabzon)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)