Yazan: Dr. Uygar Özesmi
Doğa kanunlarının en önde gelenlerinden birisi şüphesiz “Azı karar, çoğu zarar.” Örnek verecek olursak; atmosferdeki karbondioksit sayesinde bitkiler büyürken, fazlası yüzünden ortaya çıkan küresel iklim değişikliği ile nesilleri tehlike altına giriyor. Demir, bünyemiz için gerekli bir elementken fazlası bizi zehirliyor. Doğanın ve içindeki canlıların çıkardığı sesler bize yol gösterip, bizi uyarırken fazlası duyma kaybına, yüksek tansiyon, kalp rahatsızlıklarına, strese, uyku ve davranış bozukluklarına neden oluyor. Kirlilik dediğimiz şey, ister naylon torba, ister karpuz kabuğu, ister baca gazı, ister karbondioksit olsun, unutmadan içinde ses de olsun; birşeyin fazlasıdır sonuçta.
Ses dediğimiz şey, bir varlığın titreşmesi ve bizim bunu algılayarak farketmemiz. Dolayısıyla anladığımız anlamda sesin varolabilmesi için bir ses kaynağının yanında kulak ve beyin gerekiyor. Suya atılan bir taşın yarattığı dalgalar gibi bir varlığın titreşimi havaya geçiyor ve normal koşullarda 340 metre/sn civarında bir hızla ilerleyerek kulak zarımızı titreştiriyor ve titreşim beyne iletiliyor. Beyne iletilen sesin özellikleri; şiddeti, yüksekliği ve tonu. Sesin şiddeti titreşimlerin büyüklüğüne, ses kaynağından olan uzaklığa, yüksekliği ise saniyedeki titreşim sayısına bağlı; titreşim ne kadar çok olursa, ses o kadar ince oluyor. Sesin tonu ise aynı yükseklik ve aynı şiddetteki sesleri birbirinden ayırt etmemize yarayan özelliği. Ton, titreşen varlığa göre değişiyor. Gürültü dediğimizde şiddetli, yüksek ve aynı tonda ses anlıyoruz.
Öyleyse sanıldığı gibi gürültünün karşıtı sessizlik midir? Sessizlik özlemi içindeki insanlar şehrin gürültüsünden kaçmak için kendilerini ormana atarlar... Ancak ormana vardıklarında her ağacın altına konuşlanmış piknikçilerle karşılaşırlar. Çocuk kahkahası ve top sesi olsa neyse, ama arabaların kapıları ve müzik çalarları sonuna kadar açılmıştır, her birinden ayrı bir şarkı yükselir. Birbirine karışan sesler bir uğultu veya beyaz gürültü halinde beynimizde zonklar. Arada yukarıdan kükreyerek geçen uçağın sesi de cabası.
Peki diyelim, insan gürültüsünden, yoldan ve uçak güzergâhlarından uzak, ıssız bir ada buldunuz, yerleştiniz. Sabah saz kulübenizde uyandığınızda fark edeceksiniz ki, adanız sessizliğin yanından bile geçemez... Dalgaların kumsala çarpışı, martıların çığırtısı, rüzgârda sallanan gövdelerin çıtırtısı, yaprakların hışırtısı... sessiz olmadığı kesin...
Hayatımda mutlak sessizliğe en yakın olduğum nokta Kuzey Amerika’da mağaracılık yaparken yer kabuğunun derinliklerindeydi. Yeryüzünden yüzlerce metre aşağıda mağaranın sonlandığı odacıkta ışığı söndürdüm. Kulağıma gelen tek ses kalp atışlarım ve karnımın gurultusu oldu. Sinirlerim ve kaslarım titreşse onları da duyardım şüphesiz. Ancak daha derinden, gerçekten dinleyince bir başka ses duydum... O sesin, mağaraya gerçek gelme nedenim olduğunu keşfettim. O ses benim iç sesimdi... Günlük yaşantının gürültüsü içinde kirlenip giden iç sesimi duymaz olmuştum...
Benim iç sesim mağarada ne mi dedi? “Bu yaşamda seni mutlu edecek olan, ailenin ve dostlarının sevgisi ve saygısıdır. Vicdanınla hareket ettiğinde, içindeki huzurdur. Ölüme giden bu hayat yolunda kargaşadan sıyrıl, gürültüden uzak dur, yaşama ve doğaya saygılı ol, onu sev, gözet ve koru” dedi.
Kulak verin bakalım sessizliğin sesine... Sizin iç sesiniz ne diyecek!
Bugday Dergisi 47. Sayı 2008'de yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder